26 Aralık 2008

Doctor Who Christmas Special 2008: The Next Doctor (!!!)

Üst üste iki yazı birden? Aman tanrım! Ama Doctor Who bu, her türlü garip olaya sebep verebilir.

Aylardır beklediğim Doctor Who yeni bölümü sonunda gelebildi. 2009 boyunca yeni sezon olmayacağı, sadece 5 özel bölüm yapılacağı ve 2010'da da David Tennant'ın diziden ayrılacağı (FFFFFFFFFFFU-) düşünülürse ne bulursam kapmaya hazırdım zaten.

Eski Doctor Who'ları hiç izlemedim (ve bulamadım da. İlk sezonlar BBC arşivlerinde bile yok diyolar. Adamlar 70lerde "eeeh neyimize yarayacak ki ilerde" diyip yer açmak için yakmışlar ya dizi kayıtlarını :|) ama 2005'te başlayan (daha doğrusu devam eden?) Doctor Who serisi şu ana kadar hayatımda izlediğim en iyi fantastik dizi sıfatını çok rahat taşır. 1. sezonda Christopher Eccleston ve devamında David Tennant'ın başrolünü oynadığı, Rose Tyler (Billie Piper) gibi, Martha Jones (Freema Agyeman) gibi, Captain Jack Harkness (John Barrowman) gibi karakterleriyle muhteşemliğine muhteşemlik katmış bir seridir ve fantastik kurgudan hoşlanmayanların bile sırf oyuncuların rol kabiliyetleri ve senaryonun muhteşemliği için izleyebileceği bir dizi.

Dizi o kadar kaliteli ki beni bile duygulandırabilecek seviyede (ki şu ana kadar sadece Name of the Rose'un sonunda gözlerim yaşarmıştır). Blink adlı bölümü BAFTA kazanmış ama film olsa Oscar alırdı, Amerikan dizisi olsa Emmy alırdı, ben de bir ödül verebilirdim hatta. 3. sezonun son üç bölümü (Utopia, The Sound of Drums ve özellikle muhteşem sonuyla Last of the Time Lords), yine üçüncü sezondan Human Nature ve The Family of Blood'dan oluşan kısım, önceden bahsettiğim Blink, ikinci sezonun final bölümleri Army of Ghosts ve Doomsday ve son olarak dördüncü sezonun son üç bölümü Turn Left, The Stolen Earth ve Journey's End dünya dizi tarihinde bi şekilde yer etmesi gereken bölümlerdir. Bazen öyle şeyler oluyor ki Lost'ta öyle olay göremezsiniz yani (Lost'u da unutturdular iyice ya... Neyse hiç girmeyeyim o konuya).

Başta dediğim gibi en iyi fantastik dizi Doctor Who, en iyi Sci-fi Drama BSG (2003 elbette) olsun, herkes izlesin oah desin. BSG final bölümlerini de versinler artık, fitil etmesinler adamı. ComicCon röportajlarıyla gazladılar iyice zaten... sezona 7-8 ay ara vermek ne ya arkadaş ya :|.

Neyse, asılın torrentlere!

Zeitgeist the Movie + Zeitgeist: Addendum


Son yazıyı yazdığım akşam oturdum, izleyeyim şu filmi artık dedim. Tee ünideyken okulda gösterimi yapılmıştı kaçırmıştım, sonra torrentten indirmiştim (ki offical torrentleri var) öyle kalmıştı. Neyse özetle 1 yıldır izliycem diyorum ama yapıcam diyip yapmadığım şeyin haddi hesabı olmadığından...

Filmin içeriği nedir hiç duymamış olanlar için bir iki kelime bahsedeyim. Zeitgeist the Movie, 9/11 olayları ile "gündeme gelen" terörle savaş saçmalığının altındaki gerçekleri belgelerle anlatan bir belgesel. Terörle savaş adı altında dayatılan şeyleri, bu savaşın (ve geçtiğimiz yüzyıl içindeki tüm savaşların) asıl gerekçelerinden bahseden, dinin ve devletin insanlığın özgürlüğü karşısında nasıl bir ilüzyon duvarı kurduğunu anlatıyor ve çoğu konuda da altı belgeli olarak iddialarını destekliyor.

Filmin ilk bölümünde (giriş bölümü değil, Part I kısmı) günümüzde hakim olan tek tanrılı dinlerin hepsinin nasıl tamamen pagan inançlarından alıntıları yaparak devasa bir yalan ağı kurulduğu, ikinci bölümde 9/11 olaylarının nasıl içeriden yapılmış göstermelik bir operasyon olduğunu (binaların uçak çarpmasıyla o şekilde yıkılmasının fizik kurallarıyla imkansızlığı ve her kata tek tek bomba yerleştirilmeden binaların çökemeyeceğini gösteren belgeler örneğin) anlatıyor. Üçüncü ve son bölümde ise işin ekonomik kısmına değiniyor ki bu konuyu Zeitgeist: Addendum adlı, yeni çıkan filmde daha detaylı açıklamışlar.

Zeitgeist: Addendum ilk filmin bıraktığı yerden devam ediyor ve Amerikan ekonomisinin işleyişi hakkında çok temel bilgiler vererek FED'in (Federal Reserve System/Amerikan Merkez Bankası sistemi yani) ve buna bağlı olarak World Bank ve IMF'in nasıl ülkeleri borca sokarak kendisine bağladığını, Economic Hitmanlerle ülke yöneticilerini tehdit edip bu ülkelerin kaynaklarını kendi istedikleri şekilde kontrol ettiklerini anlatıyor. Hatta bir eski bir Economic hitman ile yapılan röportajda Güney Amerika'da son 60-70 yıl içinde çıkan savaşların, darbelerin neredeyse tamamının bu gruplar tarafından bilinçli olarak çıkartıldığı, Ecuador, Panama ve Venezuella gibi ülkelerde ekonomik tehdit işe yaramayınca kiralık katiller yollandığı anlatılıyor. Bir benzerinin Saddam yönetimindeki Irak'a İKİ defa yapıldığından ve her ikisinde de ekonomik tehdit ve katiller işe yaramayınca Amerikan ordusunun devreye girip ülkeyi işgal ettiği açıklanıyor.

İki paragrafta filmleri anlatmış gibi oldum ama içerikte bu dediklerimden çok daha fazlası mevcut, o yüzden ikişer saatlik bu iki belgeseli herkese tavsiye ediyorum. "Biliyoruz bunları ya" demeyin, ben de biliyordum anlatılan çoğu şeyi ancak adamlar dediklerinin altını belgelerle destekleyince olayın vuruculuğu bir başka oluyor.

Bari torrentleri de vereyim, aramayın:

http://www.mininova.org/tor/1628351 (Zeitgeist the Movie)
http://www.mininova.org/tor/1900850 (Zeitgeist: Addendum)

"O kadar ingilizcem yok" diyenler divxplanet.net'te türkçe altyazılarını rahatlıkla bulabilirler (onun da linkini verdirmeyin artık :)).

24 Aralık 2008

Wait... what?

Son yazıdan beri 105 gün geçmiş. Bir yılın üçte biri falan yani. Kullanılması gereken ifade "püüüüüüü"dür sanırım bu rezillik için.

Bu kadar zamandır neden yazı yoktu? Her zaman ki sebepler işte; üşengeçlik falan filan. Peki bu sürede neler oldu? Yüksek lisans yalan oldu, iş arandı, bulunamadı, daha çok arandı, tekrar bulunamadı, daha daha çok arandı, bulundu, kısa sürede ayrılındı, tekrar işsiz statüsüne dönünce araya bayram falan filan da girince iyice bünye salındı. Hoş şeyler değil tabi bunlar.

Neyse sıkıcı kısım atlatıldığına göre diğer detaylara gelelim. Yine bol bol film, dizi falan izlendi ama spesifik olarak şu çok süperdi diyemiyorum (niye diyemiyorum bilmiyorum... o kadar etkileyici bir şeye denk gelmedim herhalde).

Netten çok pis DoW ve Starcraftlar döndü. Sonra araya iş miş girince bırakıldı nedense (cidden neden sc oynamıyoruz biz?). Kongregate(.com olan)'teki mud and blood 2 adlı oyun sayesinde inanılmaz TF2 gazına gelindi, fellik fellik orijinal orange box arandı ama bulunamadı (evet, İstanbul'un tamamını aradım, yok. YOK!). Tekrar korsan TF2ye başlandı, "Bu da kurtarır ya :)" diyerekten hala oynanmakta.

Biten Flatworld campaigninin ardından (neymiş? inat adamı öldürürmüş.) yeni bir Atlantis campaignine başlandı ve hala devam etmekte. En son bütün grup dağılmış ve baygın, grubun doktoru ise hastanelik halde olmak üzere son seansı bitirdik. Önümüzdeki oyuna görürüz bakalım kim saldırmış, ne olmuş.

Bu arada dikkatimi çekti, setting ne olursa olsun, grup içindeki "gruplaşma"lar da, tartışmalar da hep aynı kişiler arasında oluyor. Taze kan lazım aslında araya biraz... (Ah kml ah.)

Burada devam ettiğim hikayeye ise devam etme konusunda çekinceliyim. Konunun nasıl devam edeceğini bilsem de biraz fazla uzak kaldım hikayeden (eşekkafalı ben evet). Zaman gösterecek devam eder miyim etmez miyim.

Ah son olarak, evimizin nüfusu +1 Kedi olarak arttı. Tılsım isimli bu şahıs standart kedi davranışları pek göstermiyor olsa da (suda oynamayı seven kedi mi olur ya O_o) azgınlık seviyesini minimumda tutmayı başarıyor. Bi de miyavlamayı becerebilse tam olacak.

Neyse işte, durum raporu bu, uzatmanın alemi yok. Şu geçen tutulduğum 2 haftalık grip haricinde pek bi sorunum da yok gibi. Budur.

10 Eylül 2008

Bir nefes (p.10)

Anton dürbünü indirdi ve gözlerini kısarak şu anda ufacık gözüken hedeflerine baktı. Taçzirvesi (Crownpeak)’nin dağlarını dürbünsüz görebiliyordu artık. Kafasında mesafeyi hesaplamaya çalışırken dalgınca döndü ve neredeyse yerde yatan Kuduz’a takılıp düşecekti.

Kuduz gemiye adım attıklarından beri peşinden ayrılmamıştı. Bir haftadır gemideki herkesin ya birilerinin peşinde yada bir başkasından kaçmakla meşgul olduğu düşünülürse pek de garibine gitmiyordu köpeğin bu davranışı.

Harrun Mavi’nin peşinden ayrılmıyordu. Daha doğrusu kadına yaklaşabilmek için fırsat kolluyordu ama Feyr’in hiç kimseye yüz vermeyen tavırları nedeniyle bu çabalar boşa gibi geliyordu Anton’a. Yusuf ise pek ortalarda değildi. Bir kaç gün önce Kuduz’u peşinden alması için Yusuf’u aramıştı ama bulamamıştı. Ancak daha bu sabah güvertenin öbür ucunda kendisiyle karşılaştığında baharat deposuna düşmüş gibi koktuğunu fark etmişti.

Baharat demişken... Şu “Doktor” denen yaşlı adam neredeydi? 1 haftadır aynı gemidelerdi ve hiç karşılaşmamışlardı. Tam yerine oturtamıyordu ama adamda sinirine dokunan bir şey vardı.

Taze deniz havasını içine çekerek düşüncelerini dağıttı. Taçzirvesi’ne herhalde yarın akşama kadar varmış olurlardı ve şehirde yapılacak işleri Viktor’la bir konuşsa fena olmayacaktı. Kesin şehire inmelerine izin vermeyecekti ama ayağını toprağa basmadan yola devam etmeye hiç niyeti yoktu Anton’un.

Alt güverteye inen kapıyı açarken Kaptan Skarla’nın tayfalara bağıran sesini fark ederek gülümsedi. Dom şimdi nerede saklanıyordu kim bilir.

Dominic günlerdir Kaptan’a yakalanmamak için geminin olmadık yerlerine kamp kuruyordu. Şu anda ise geminin ambarındaki bir eşya dolabının yanında kestirmekteydi. Aslında uyumaktan çok düşünüyordu.

İlk gece Anton kendisini o kadar sık boğaz etmişti ki, küçük kardeşine Skarla ile aralarındaki bu ufak “tatsızlığı” anlatmak zorunda kalmıştı.

Skarla ile yıllar önce, evden kovulduğu ilk yıl tanışmışlardı. İkisi de bir gemide tayfa olarak çalışıyorlardı. Bu hayata yavaş yavaş alışmaya başlamasına rağmen aklındaki tek hedef sevgilisi Ariel’i bulmaktı. Bir kaç ay boyunca uğradığı her limanda onu aramış, A’luminarlarla bağlantısı olabilecek herkesle konuşmuş ama hiç bir şey öğrenememişti. Skarla ile aralarındaki diyalog da bu şekilde başlamıştı zaten.

Skarla’nın ailesi bir A’luminar malikanesinde hizmetçi olarak yaşıyordu ve o da böyle bir malikanede büyümüştü. Dominic’in aradığı bu kızı tanımıyordu ama bu genç adam çok hoşuna gitmişti ve hoşuna giden şeyleri elde etmek gibi bir alışkanlığı vardı Skarla’nın.

Gerisini düşünmek başını ağrıtmaya yetiyordu Dom’un. Skarla başını döndürmüş, yıllarca birlikte girmedikleri pislik kalmamıştı. Skarla onun bir Sang-Argent olduğunu biliyordu, yeterince kavga dövüşe girip kan dökmüşlerdi birlikte, ama Armand Sang-Argent’in oğlu olduğundan hiç bahsetmemişti.

Bir noktadan sonra Dominic’in aklı başına gelmiş ve kendisini takıntı haline getiren bu kadından uzaklaşmanın bir yolunu aramaya başlamıştı. Skarla güzeldi, akıllıydı falan ama... Heh... Sonunda Avcılara katılmasına sebep olacak kadar da deliydi. Aslında tekrar karşılaştıklarından beri biraz daha sakin gözüküyordu. Bir haftadır hiç bir şey havaya uçmamış, gemi batmamış, “yanlışlıkla” bir Feyr korsan filosuna rastlanıp bütün yolcular öldürülmemiş hatta gariptir, daha malikanedelerken bir gümüş çatal bile çalınmamıştı. Tabi şu ana kadar bir sorun çıkmamış olması içini rahatlatmaktan çok daha da canının sıkılmasına neden oluyordu; Skarla daha büyük bir şey peşinde olabilirdi.

Yine de bunları Anton’a anlatınca, uzun süre gülmüş olmasını es geçersek, o kadar da garip karşılamamış olması üzerinden bir yük kaldırmıştı. Bu yaptıklarını babası duysa, aile adına leke sürdüğü için bizzat kafasını kopartırdı herhalde.

Babasının düşüncesi yarı uykulu halinin kaybolmasına yetmişti. Gözlerini açtı ama ambar neredeyse zifiri karanlıktı. “Herhalde gece oldu” diye mırıldandı ve yerinden doğruldu. Gürültülü bir şekilde esnemek üzereydi ki yatmakta olduğu kolilerin hemen arkasında ses çıkartmadan yürümeye çalışan birinin varlığını hissetti. Eli bıçağında yavaş yavaş ayağa kalktı ve kolilerin arasındaki boşluktan gelen zayıf ışığı fark etti.

Ancak iki adam seçebiliyordu baktığı aralıktan. Adamların birinin elinde bir gaz lambası vardı. İki büklüm duruşuna bakılırsa o yaşlı doktordu bu. Diğer adamın ise arkası dönüktü ama siluetine bakılacak olursa üzerinde bir zırh vardı. Aralarında ne konuştuklarını duyamıyordu ama bu kadar gizliliğin altından iyi bir şey çıkmayacağı kesindi.

Kafasını çevirip kulağını dayadı boşluğa Dominic. Yaşlı adamın “Peki ya ücretim ne olacak?” dediğini duyabildi ancak bunun hemen ardından gelen kınından çekilen kılıç sesine tepki gösterememişti. Doktorun inleyerek yere düşen bedeni ve hızla uzaklaşan ayak sesleri yeterince geç kaldığının göstergesiydi. Ayak sesleri yeterince uzaklaşınca kolilerin etrafından dolanıp yerde hareketsiz yatan adamın başına geldi. Eliyle nabzını kontrol etse de etrafın kan içinde olması tek bir şeyin işaretiydi. Boğazından darbe alan adam o anda ölmüştü zaten. Derin bir nefes verip yüzünü buruşturan Dominic yaşlı adamın gözlerini kapattı.

Son yıllarda yeterince ölü gördüğü için (ve bir kısmı da kendi eliyle olduğundan) Dominic duruma olabildiğince soğukkanlı yaklaşıyordu ama yine de elleri titriyordu. Adamı öldüren katilin kimliğini bulmak şu anda en önemli şeydi. Yaşlı adamın ceplerini aramak en doğru şey olacaktı herhalde.

Daha ceketindeki ilk cebe elini atmıştı ki adamın üzerine sinmiş olan kokuya odaklandı. Sürekli birşeyler kokuyordu bu adam fakat bu konu tanıdıktı. Skarla’yla üç sene önce bir depo dolusu buldukları bitki gibi kokuyordu bu. O kadar yoğundu ki koku, ikisi de bir ay boyunca hasta yatmışlardı bitkileri elden çıkarttıktan sonra.

“İyi de neye yarıyordu ki o bitki...” diye düşünürken o sırada adamın cebinden çıkarttığı, kokunu kaynağı olan bitkinin yaprağını burnuna yaklaştırdı. Bunu yapmasıyla gözlerinin faltaşı gibi açılıp yere devrilmesi bir oldu. Bilincini kaybetmeden önce dudaklarının arasından tek bir kelime çıktı fısıltıyla; “...zehir”.

22 Ağustos 2008

Baş vura vura beyin hücrelerini öldürmek

Tecil işlerim de bitti, yüksek lisans başvurularım da bitti. Eylül'ün ilk günü itibariyle mülakatlarım olsa da önümüzdeki hafta boyunca sanırım rahatım. Hikayenin devamı o arada gelebilir yani.

Aslında hikayeden çok kafamın içinde sağa sola çarpan başka düşünceler var bu aralar. Çok sık yazmayacağımı söylemiş olsam da arayı bu kadar açmak istemiyorum hikayeyle. Nasıl devam edeceğimi bilsem de oturup dümdüz yazmak pek yapıcı olmayacaktır sanırım. Neyse...

Settingi kurcalaya kurcalaya bozma çalışmalarım bir tarafa, son zamanlarda ne haltlar yedim onları sayayım:

1- Wall-E izledim. MUHTEŞEM! HDDVDsini bulup edineceğim, o kadar güzel. Bilen bilir, işim olmaz orijinal dvdyle falan. O derece evet.

2- Casino Royale izledim. Evet Bond (James Bond diye devam edicem sandınız değil mi? yoooo... yoooo...). Sağdan soldan aldığım izlenimler pek iyi değildi ama izleyince fark ettim ki, gelmiş geçmiş en iyi bond filmlerinden birisiymiş. Quantum of Solace gelicekmiş bi kaç ay içinde, görelim bakalım. Bond gazı ise geçen gün bütün Bond filmlerini indirmiş olmamdan geliyor. Hmmm, dvd content.

3- Mülakat için çalışmalar yapıyorum. Aslında aktif olarak bi çalışma yapmıyorum ama daha dikkatli bakıyorum bazı şeylere. Ha bu arada İletişim fakültesinden Bilişim bölümüne ve İİBF'den Uluslararası İlişkiler bölümüne kayıt yaptırdım. O_o diye ekrana bakmayın diye diyorum.

4- Hala UT3 oynuyorum. Nasıl bir lanettir bu UT'lerinki anlamadım ki...

5- Stargate Atlantis bu sezon bitiyormuş hüzünlendim (aslında iyi oluyo, saçmalamaya başlamışlardı), 1 ay içinde Heroes, House, Grey's Anatomy, Terminator: Sarah Connor Chronicles, Prison Break, Fringe (ki pilot bölümünü izledim, yorumum: eh...), Knight Rider (pilotunu izledim, yorumum: öeyyyy... ama izlerim ben bunu) ve Family Guy başlayacak. Lost isterim, Reaper isterim.

6- Sürekli indirecek şey kalmadı diyorum ama mutlaka aklıma yeni birşeyler geliyor. Saçmalayıp Bob Ross'un bütün bölümlerini (hani eskiden trt'de verilirdi, muhteşem ressam amcamız. 33 sezon bu arada :)) Gilmore Girls (ne var? gayet geyikti!) mü indirsem bile dedim.

7- Onu bunu geçtim de... Starcraft 2 çıksın artık yeter be!

Anyway, bu kadar yeter sanırım. Yakında hikayeyle geri dönüş yapmayı umuyorum. Adios!

13 Ağustos 2008

Reporting in

Son 1 haftadır diploma, askerlikten tecil işlemleri vs ile uğraşmaktan pek ilgilenemedim burayla. Önümüzdeki hafta da yüksek lisans kayıtlarıyla falan uğraşmakla geçecek sanırım. Bürokrasiden nefret ettiğimi belirtmiş miydim önceden?

Vaktim olmadığından değil ama kafamı toplayamadan doğru düzgün bir şey yazamıyorum. Şu anda bile, sabah bütün işlerimi halletmiş olsam bile kafam kazan gibi. Ancak önümüzdeki iki gün içinde yeni bir yazı ayarlayabilirim sanırım. Göreceğiz.

Ha bu arada Oz izlemeye başladım. Şahesermiş gerçekten. Neden önceden izlemedim ben bu diziyi ya?

07 Ağustos 2008

İlk adım (p9)

Yağmurdan ıslanan giysilerini değiştirmek için odasına çıkan Anton şimdi elinde haritalar ve notlarıyla yemek salonuna doğru koşturuyordu. Babası Anton’dan adamlara görevi ve rotalarını anlatmasını istemişti. Hala tam hazır değildi ama...

Tam paldır küldür merdivenlerden aşağı inecekti ki alt katta, yemek odasının kapısının önünde konuşmakta olan iki Samarren ve Dom’u gördü. Bu mesafeden ne konuştuklarını duyamıyordu ama, önceden de şüphelendiği gibi, abisi ve bu iki adam bir şekilde tanışıyorlardı.

İki Samarren de hava kısmen sıcak olsa da üşüyor gibiydiler. Hele bu boğucu fırtınalı havada adamların giydiği kalın, deri giysileri giymenin ne kadar rahatsız edici olacağını düşündü Anton. Ama her ikisi de oldukça rahat gözüküyordu, alışmışlardı herhalde.

Fısıldayarak konuşmakta olan üçlüyü duyabilmek için yavaş yavaş merdivenlerden inmeye başlayan Anton, Samarrenlerin kurttan bozma köpeği Kuduz’u unutmuştu. Merdivenlerin gölgesinin düştüğü bir köşede yere uzanmış olan devasa hayvan, sinsice yaklaşmakta olan genç adamın varlığını hissedince kafasını kaldırdı.

Anton merdivenleri geçip, duvar kenarından yavaş yavaş ilerleyerek konuşmaya dalan gruba yaklaşırken; Kuduz yattığı yerden kalkmış ve cüssesinden beklenmeyecek kadar sessiz bir şekilde dikkatini çeken bu adamı takibe almıştı.

Konuşulanları duyabilmek için bütün dikkatini fısıltılara veren Anton, bir anda poposunu dürten ıslak bir burun temasıyla yerinden sıçradı. Elindeki bütün parşömentleri etrafa saçması, değil adamların, devasa holün öbür ucundaki hizmetçilerin bile kendisini fark etmesine sebep olmuştu.

Kuduz parlak ve garip bir şekilde meraklı bakan gözleriyle bu kırılgan insanı süzüyordu. Hayatının çoğunu efendileri gibi kaba saba tipler arasında geçirmiş bir hayvan için enteresan bir tipti. Kafasını hafifçe yana yatırarak kendisine bakan bu adama aynı ifadeyle karşılık verdi.

Bu sırada Dominic kardeşinin yanına geldi ve hafif bir öksürükle köpek ile aralarında sürdürdükleri bu bakışma oyunun sona erdirdi. Arkasını dönüp abisini gören Anton, önce tek kaşını kaldırarak aklındaki onlarca soruyu kendisine yöneltmek üzereydi ki, holün öbür ucundan hızlı adımlarla yaklaşan Viktor’u gördü.

Dominic’in gözlerinin içine bakıp “bu konuda konuşacağız” mesajı verdikten sonra, yere dökülen parşömentleri toplamaya başladı. Kendisini izleyen köpeğin yerde kitaplardan birisini burnuyla ona ittirmesi ise garibine gitse de, daha sonra cevaplanması gereken sorulardan birisi olarak sınıflandırılarak o an için es geçildi.

* * * * *

Viktor adamları ve iki kardeşi yemek odasına toplamış, hepsini bir yere oturtmuş (ki Rukk için uygun sandalye bulunamadığı için kendisi yerde oturuyordu), masanın etrafında turluyordu.

Anton, Dominic ve iki Samarren arasında manalı bakışmalar dönüyor ama hiç biri ağzını açmıyordu. Sonunda adamlardan uzun saçlı olanı, tam karşısında oturmakta olan Anton’a elini uzattı.

“Efendi Anton, tanışalım. Benim adım Harrun. Bu yanımdaki de kan kardeşim Yusuf” dedi garip bir aksanla. Yusuf bir şey söylemese de başıyla hafif bir selam verdi oturduğu yerden. Bu arada uzatılan ele bir saniyelik tereddütle bakan Anton, sonunda adamın elini sıkarak karşılık verdi.

“Memnun oldum Harrun” dedi mükemmel bir Samarren ağzıyla. “Abim sizin yetenekli savaşçılar ve onurlu adamlar olduğunuzdan bahsetmişti” diye ekledi adamın elini bırakmadan.

“Dominic de bir Marian için fena de...” derken bir anda durdu Harrun. Boş bulunmuştu ve Anton’un suratındaki şeytani gülümsemeyi gözden kaçırmıştı. Bir şeyler demeye çalıştı ama sonunda sadece yenilgiyi kabul ederce bir gülümsemeyle yerine oturdu. Anton ise yüzündeki gülümsemeyi bozmadan yanında oturan abisine döndü ama Dominic’in gözleri ve yüzü tek bir şey diyordu “Sakın... Sakın ağzından birşey kaçırma!”

İlk bakışta etrafındaki konuşmalara aldırmıyormuş gibi gözlerini kapamış halde, sandalyesinin arka ayakları üzerinde ileri geri sallanmakta olan Feyr kadın bütün bu konuşmaları dikkatle dinlemekte ve kafasının içinde notlar almaktaydı. Bu ufak “gezi”ye rehber olarak katılmıştı ama normal ücretinin üstünde bir şeyler kopartmasını sağlayacak bilgiye sahip olmaktan zarar gelmezdi.

Abisinin yalvaran gözlerinden kurtulmak için karşısında oturan iki Samarren’e dönen Anton ortamdaki soğuk havayı dağıtmak için önce hafifçe öksürdü sonra Harrun’a dönerek söze başladı.

“Umarım uzun gemi yolculuklarına alışkınsınızdır beyler, çünkü şu anki rotaya göre uzun bir süre kara yüzü göremeyeceğiz” dedi. Harrun ve Yusuf sessizce onaylar şekilde karşılık verdiler. “Ancak şunu da önceden belirteyim, bu gemi alışkın olduğunuz gemilere pek benzemez...” diye devam ediyordu ki Dom lafa daldı. “Argentium’la gitmiyoruz küçük kardeş” dedi sesinde garip bir tınıyla.

Anton ani bir hareketle Dom’a döndü. Dom bir şey söylemedi ama gözleriyle masanın etrafını turlayan Viktor’u işaret etti. Anton aynı hızla odanın diğer ucundaki Viktor’a döndü. Daha soruyu sormadan Viktor “Efendi Armand’ın Argentium’a başka bir yerde ihtiyaç duyuyor. Size ihtiyaçlarınıza uygun başka bir gemi ayarladı” dedi sakince.

Kaşlarını çatarak, istediği oyuncağı alamamış bir çocuk gibi koltuğuna gömüldü Anton. Bütün rotayı Argentium’a göre çizmişti. Buna nasıl bir mazeret uydurabileceğini düşünürken aklına gelen başka bir sorunla Dom’a döndü. “Argentium’u alamıyorsak, Kaptan Will’de yok demektir. O zaman...” dedi. Dom kafasını sallayarak onaylamakla yetindi. Onun aklında kaptandan ve rotadan önemli başka sorunlar vardı şu anda.

“O zaman... Yeni kaptan kim?” dedi kendi kendi Anton. Karşısındaki Harrun “Yanlış hatırlamıyorsam...” dedi “Scar yada Skar gibi birşeydi adı. Sabah geldiğimizde tayfalar aralarında konuşurken duymuştum”. Anton sesli olarak cevap vermese de yüzünü buruşturmasından böyle saçma sapan isimli bir adamdan pek de düzgün bir kaptan çıkmayacağını düşündüğü belliydi.

Tam bu sırada salonun kapısı neredeyse çarparak açıldı ve bütün kafalar kapıya doğru döndü. Gelenler Armand ve beyaz gömlekli, kırmızı bandanalı, siyah deri ceketli genç bir saçlı bir kadındı. Kızıl saçları nedeniyle Thulien olduğu yüzlerce metre öteden anlaşılabilirdi.

Odadakilerin ilk tepkisi genel olarak normal seviyede bir şaşkınlıkken, kapıyı görebilmek için sandalyesiyle arkaya yaslanan Dominic neredeyse yere düşecekti. Dengesini kaybetmeden önce sandalyenin kolunu yakalayan Anton, abisinin suratında güzel bir kadınla karşılaşan bir adamın ifadesini değil, tanıdık ve büyük ihtimalle çekindiği birini görmüş olmanın verdiği dehşeti gördü.

Masanın çevresindekiler aralarında yada kendi kendilerine mırıldanırken Armand ve kadın masanın başındaki yerlerini aldılar. Şaşkın bakışların nedenini açıkça görebilen Armand sözlerine “Bu genç hanım, kaptanınız Skarla ve...” diye başladı.

Dominic gözlerini ve dişlerini sıkarak “Kahretsin!” diyebildi sadece. Bu sırada bir abisine bir de kaptana bakmakta olan Anton, Skarla adlı bu kadının dik dik Dominic’e baktığını gördü. Bir ara Dominic ve kadının göz göze geldiğini, kadının pek çok şekilde yorumlanacak bir şekilde abisine göz kırptığını da yakalamıştı. İki Samarren avcı, bir Thulien kaptan... Bu Dom kimlerle takılmıştı son yıllarda böyle. Ama konu buysa, babaları gerçekten Dominic’in bu tiplerle aynı çevrelerde takılmasını iyi karşılamazdı. Evlatlıktan reddedilmiş olsa da Dominic hala bir Sang-Argent’ti ve ailenin de korunması gereken bir onuru vardı.

Bu sırada babası konuşmaya devam etmişti. Zaten bildiği şeyleri söylüyordu büyük ihtimalle. Ancak babasının şu sözü dikkatini çekmişti ve kocaman açılmış gözlerle babasına bakmasına sebep olmuştu: “Bu yolculuğun başında yardımcım Viktor olacak ve kararları o verecek”.

Bu kadar da olamazdı! Bir sinirle ayağa kalktı ve ellerini masaya koyarak babasının yönünde eğildi. Masadaki herkes ona bakıyordu ama Anton’un açık ağzından tek kelime çıkmıyordu. Zaten ne diyecekti ki? “Bunu kabul etmiyorum baba!” mı diyecekti? Peh!

Bir dakikaya yakın bir süre babasına bu ifadeyle baktıktan sonra derin bir nefes vererek arkaya kayan sandalyesini çekip yerine oturmak için davrandı. “Hazır ayağa kalkmışken şu rotadan bahset bakalım evlat” dedi Armand ve Anton donup kaldı. Gözlerini kısarak babasına baktı ve “Elbette babacığım” diyerek önündeki parşöment ve haritaları açmaya başladı.

* * * * *

İki gün geçmiş ve fırtına durulmuştu. Bu iki gün boyunca Dominic’i hiç bir yerde görememişti Anton. “Yine bir yerlerde içiyordur” diye düşünmüştü ve pek kafasına takmamıştı ama Dominic ve bu adamlar arasındaki muhabbetin aslını öğrenmek için de yanıp tutuşuyordu.

Şato içinde geçen iki gün boyunca Harrun ve Yusuf’la bir kaç kere karşılaşmış, adamları biraz daha iyi tanımıştı. Görünüşe göre ikisi de Avcılar Loncasından geliyorlardı. Direkt söylemiyor olsalar da Anton, abisinin bu Loncayla bir şekilde bağlantılı olduğu sonucunu çıkartmıştı.

Duyduğu kadarıyla Avcılar paralı asker ve kelle avcılarında oluşan bir gruptu. Uygun ücretler karşılığında bireysel korumalık ve istenen kişi yada yaratıkların yakalanması gibi işlerle uğraşıyorlardı. Harrun’un anlattığı hikayeler de bunu destekler nitelikteydi. Yine de ikisi de iyi adamlara benziyordu, anlaşacaklardı herhalde.

Doktor adını taktığı yaşlıca adamla karşılaşamamıştı ama vücudundan yayılan o garip kokuyu koridorlarda hep duyuyordu. Nereden hatırlıyordu bu kokuyu?

Dev Rukk’un adı öğrenememişti. Ancak onu ve Viktor’u bir kaç defa bahçede konuşurlarken bir kere de dövüş antremanı yaparlarken görmüştü. Rukk diğer hiç kimseyle tek kelime bile konuşmuyorken Viktor’la neden bu kadar yakındı anlayamamıştı. Belki de Viktor onu önceden tanıyordu. Bütün adamları Viktor seçmişti sonuçta, olmayacak şey değildi.

Avcıların köpeği ise Anton’a takmış gibiydi. Ne zaman odasından ayrılsa, köpek de bir şekilde onu bulup peşine takılıyordu. Köpekten rahatsız olduğundan falan değildi ama...

Ve Feyr. Viktor’dan kadının isminin “Mavi” olduğunu öğrenmişti. Feyrlerin böyle olmadık isimleri olduğunu biliyordu ama, Mavi? Buz mavisi gözleri yüzünden takılmış bir lakaptır diye kestirip atmıştı sonunda. Ancak adı dışında bu kadında garip başka bir şeyler vardı. Etrafta sürekli çalım atarak gezinmesinin altında başka bir neden olduğunu hissediyordu Anton ve nedense bu kafasından atamadığı bir vızıltı gibi onu rahatsız ediyordu.

Ancak Anton’un asıl kafasını meşgul eden şey (yolculuğun detayları haricinde elbette), şu kaptan Skarla veya kısaca Skar’dı. Kendisiyle konuşmaktan çekindiği için Harrun ve Yusuf’a sormuştu kadını ama onlar da tanımıyorlardı. Görünüşe göre Dom, Skarla’dan onlara da hiç bahsetmemişti. Tayfadan yakaladığı bir kaç kişiden öğrendiği kadarıyla Skarla genç ve yetenekli bir denizciydi. Son altı yada yedi yıldır denizlerde olmasına rağmen pek çok erkeğin saygısını, o yada bu şekilde, kazanmayı başarmıştı. Anton’un gördüğü kadarıyla aşağı yukarı Dominic’le aynı yaştaydı ve Dominic gibi “gevşek” tavırlı birine benziyordu. Toplantının yapıldığı akşam ki yemekte nasıl içki içtiğini de görmüştü. Bütün bunlar kafasının içinde tek bir sonuca çıkıyordu ve eğer haklıysa yolculuk gerçekten hareketli geçecekti.

Toplantıdan sonra ki üçüncü günün sabahı hizmetçiler tarafından uyandırılken aklında bu düşünceler vardı Anton’un. Önceki gün fırtınanın ters bir yönde ilerlemeye başladığını ve bu sabah havanın uygun olacağını hesaplamışlardı. Bu hizmetçinin kendisini bu kadar şiddetli dürtmesi ancak bu anlama geliyor olabilirdi zaten.

Üzerine önceden hazırladığı lacivert takımını ve cübbesini giyerek, günlerdir hazır duran çantalarını da alarak odasından çıktı. Koridorun ilerisinde Dominic de odasından yeni çıkıyordu. Ufak bir bohça dışında yanına birşey almış gibi gözükmüyordu. Kardeşini görünce esneyerek yanına doğru yürümeye başladı.

Uykulu gözlerle birbirlerine bir süre sessizce baktıktan sonra, günaydın dilemek yerine karşılıklı esneyerek selamlaştılar. Kardeşinin çantalarından bir kaçını alan Dominic, Anton’la birlikte şatonun bahçesine doğru yöneldi.

Şato uçurumun kenarına kurulmuş olduğundan yakınlardaki tek iskele, sahilde kurulu olan ufak kasabadaydı. Adamların hepsi bahçede hazır, atlara binmiş bekliyorlardı. Dominic bahçeye çıkıp kendini göstermeden önce detaylı bir şekilde etrafı taradı ancak aradığı kim yada neyse görememişti herhalde ki dışarı çıkmakta bir sakınca görmedi. Anton bahçede olmayan tek kişinin Skarla olduğunu fark etmesi çok uzun sürmemişti zaten.

Sahile giden yolda yan yana at binen Anton ve Dominic hala tek kelime konuşmamışlardı. Dominic daha çok düşüncelere daldığı için, Anton ise heyecandan yerinden duramayıp sürekli çantalarını karıştırdığı için.

Çantalarında karıştıracak şeyleri tüketince Anton’un çenesi açıldı bir anda. Abisinin düşüncelerini dağıtarak heyecanlı bir sesle “Eee..? Ne düşünüyorsun? Sence yolda başımıza bir şey gelir mi? Korsanlar falan saldırırsa başa çıkabilir miyiz sence? Ya bir fırtına çıkar da rotamızdan şaşarsak?” diyerek ardı ardına onlarca soru daha sormaya başladı.

Kardeşinin bu soru yağmuruna yarı düşünceli, yarı ciddi bir tonla “Bu kadar düşünmüyorum” dedi kısaca. Anton’un nedenini soracağını bildiği için bir kaç saniye sonra devamını getirdi.

“Hayatın boyunca pek hareket görmedin ve bir macera çıkması için can atıyorsun biliyorum” diye başladı. “İnan bana o maceranın içine girince eski sakin yaşamına dönmek için çırpınacaksın.”

“O kadarını tahmin edebiliyorum zaten Dom” dedi Anton “Yine de biraz tehlikeden, kahramanlıktan zarar çıkmaz değil mi?”

Acı acı gülümseyerek başını salladı Dominic. “Hala çocuk gibisin be oğlum” dedi. “Herkes kahraman olmak ister ama üzerine düşen o sorumluluk altında ezilmeye başladığında tehlikeye de maceraya da kahramanlığa da lanet ediyor insan. Aileni ve arkadaşlarını bir daha görememek uğruna, huzurlu bir yaşamdan mahrum kalmak uğruna, hayatını saçma sapan amaçlar için ziyan etmek kahramanlıksa kalsın, ben almayayım.”

Abisinin bunları söylerken bazı kötü anılarının canlandığını hissetti. Evden ayrıldığından beri etrafta sürtmenin dışında başka bir şeyler de yapmıştı abisi, bundan emindi artık. Az önceki heyecanı yatışmıştı biraz böyle düşününce.

On dakika kadar daha at üzerinde gittikten sonra kasabaya vardılar. Anton ve Dominic önlerine bakmaktan çok, az önce aralarında konuşmanın sebep olduğu düşüncelerle dolmuşlardı. Sahile varıp da ufak kafileleri durunca kafalarını kaldırdılar. İkisi de şaşkınlık içindeydiler; iskelede demirli olan bekledikleri gibi bir gemi değildi pek.

“Kalyon mu?!” dedi Dominic. Bu soru ortaya söylenmekten öte kafilenin önünde giden olan Viktor’a yöneltilmişti. “Savaşa mı gidiyoruz acaba?”

Anton da aynı şekilde önünde duran 3 tane devasas yelkeni olan bu kocaman gemiye bakakalmıştı. Hemen yanında attan inen Mavi’nin “En azından herkese yetecek kadar yer olacak” dediğini duydu. Kadın sırtında bohçasıyla gemiye doğru ilerlerken arkasından kuşkulu bir ifadeyle onu izledi. Ata bağlı çantalarını çözerken geminin güvertesine yaslanmış o yöne bakan Skarla’yı, en azından kızıl saçlarını, fark etti. Bunu Dominic de fark etmişti görünüşe göre ki, homurdanarak gemiye doğru isteksiz adımlar atıyordu.

Sonunda, Yusuf ve Harrun’un da yardımlarıyla, çantalarının tamamını iskeleye getirmişti. Tayfalara çantaları dikkatli taşımalarını söylüyordu ama aklına bir anda, onları gemide uğurlamaya gelmeyen babası geldi. Kafasında hala babasıyla konuşmak istediği konular vardı ama artık çok geçti. Günlerdir şatoda konuşma fırsatları varken hep babasından kaçmayı seçmişti. Az önce Dominic’in macera ve kahramanlık hakkında söyledikleri şimdi gerçek etkilerini gösteriyordu görünüşe göre.

Kasaba binalarının çatılarının ardından görünen tepedeki şatoya doğru baktı Anton ve hüzünlü bir nefes vererek güverteye ilk adımını attı.

31 Temmuz 2008

Info - Feyr ve Rukk'lar

Geçen haftaya oranla daha yavaş geliyor yazılar biliyorum. Bölümleri daha uzun ama aralıklı vermeye karar verdim. Öteki türlü hem ben tükeniyorum, hem hikaye saçmalayabiliyor. Bu nedenle haftada 2-3 güncelleme olarak devam edecektir hikaye, okuyucuların bilgisine sunarım.

Neyse gelelim infoya. Geçen bölüm ilk defa adı geçen Rukk ve Feyrlerden bahsetmek gerekli sanırım. Hep bahsedeceğimi söylediğim Syrenleri ise ayrı bir bölümde, diğer bir kaç ırkla birlikte işleyeceğim.

Feyr:


Feyrler aşağı yukarı insan görünümüne sahip ancak güvenilmez karakterleri yüzünden insan medeniyetleri içinde pek tutunamamış bir ırk. İnsanlarla aralarındaki ilk dikkat çeken farkları alınlarından başlayıp geriye doğru kıvrılan boynuzları ve çift eklemli bacakları ile toynaklı ayakları. Eğer aklınıza Warcraft'taki Dreanei'ler geldiyse şekil olarak doğru yoldasınız demektir. Ancak alıntı yapan varsa Blizzarddır, ben Feyrlerin tipini belirleyeli 2 yıldan fazla oluyor. Görünüş konusunda temel aldığım kaynaklar, DnD'de yarı iblis yarı insan özelliklerine sahip olan "Tiefling"ler ve yarı elf yarı iblis olan "Feyr'i"ler (kolayca görülebileceği gibi isim de oradan geliyor) olmuştur.

Belirtilen bu temel fiziksel farklılıkların yanında, bir diğer önemli Feyr özelliği de, insanlarla aşağı yukarı aynı yaşam sürelerine sahip olsalar da Feyrlerin fiziksel olarak asla gençliklerini kaybetmemeleridir. Yaşlı ve genç Feyrleri birbirinden ayırmanın tek yolu saçlarının rengidir. Gençliklerinde simsiyah saçlara sahip olan Feyrlerin saçları zamanla gümüşe ve son olarak da beyaza döner.

Gözleri iri ve hafif oval olan Feyr'lerin göz akları yoktur. Her renkten örneği olan Feyr gözleri, karanlıkta ultraviole ışımaları algılayabilmektedir. Karanlıkta görebilmeye ek olarak çok keskin duyulara sahip olmaları ve gezgin doğaları çoğu insan tarafından engin okyanuslarda yol göstermeleri için kılavuz olarak tutulurlar.

Fiziksel farklılıkları bir tarafa, insanlar (ve diğer tüm ırklar) arasında gerçek bir yer bulamamalarının sebebi, değişken doğaları ve daha da önemlisi sadakat ve dürüstlük konusunda diğer ırkların gözünde bir miktar "yetersiz" olmalarıdır. Standart bir insanın gözünde Feyr'ler ya korsan, ya hırsız ya da cadıdır. Arada istisnalar olsa da, ne yazık ki Feyr'lerin çoğu yaşamını haydutluk yaparak yada insanları dolandırarak kazanır.

Güvenilmez doğaları yüzünden kendi aralarında bile tam bir birlik oluşturamayan Feyr'ler, insanların hakim olduğu denizlerde sürekli hareket halinde veya yine insanların ağırlıklı olarak bulunduğu yerleşimlere yakın ufak köylerde yaşarlar. Genellikle ticaret için gittikleri bu yerleşimlerde şüpheci gözler ve elleri her an keselerinde duran gergin tavırlarla karşılanırlar.

İnsanlar dışında kısmen "büyü" yapma yeteneğine sahip olan Feyr'lerin bu özelliği insan ırkıyla deyim yerindeyse "uzaktan akraba" olmaları sayesindedir. İnsanlar büyüyü bir sanat yada bir bilim olarak görürlerken, Feyrler için büyü basit bir araç olmaktan öteye gitmemektedir. Yine de bu sınırlı bakış açısı, büyülerin etkisini azaltmamaktadır. Feyr cadılarının lanetleri dünya üzerinde en çok korkulan şeylerden birisidir. Bu lanetler o kadar etkilidir ki, kurbanlar canlı canlı çürümeye başlarlar.

Feyr'lerin asıl meşhur uğraşları korsanlıktır. Okyanusların en bilinmedik, en ıssız noktalarına yerleşip, bu noktalardan çevredeki ticaret yollarına akınlar düzenlerler. Kimi zaman ufak kasaba ve köylere bile saldıracak kadar ileri gittikleri görülmüştür. Yine de bu saldırgan tavırlar seyrektir ve Feyr'ler kurbanlarını öldürmek yada açıkça tehdit etmek yerine dolandırmayı tercih ederler. Fakat Feyr'lerin ünü dünyanın dört bir yanında duyulmuşken yalanlarına inandıracak kurbanlar bulmakta zorlanmaya başlamışlardır.

Rukk:


Fiziksel detaylarını anlatmaya en az ihtiyaç duyduğum ırk Rukk'lar sanırım. Geçenlerde arama yaparken Rukk tanımına birebir uyan bir çizim buldum, onu da yanda görüyorsunuz muhtemelen. Ne yazık ki çizerin adını bulamadım o yüzden referans gösteremiyorm.

Hayvani görünüşlerine rağmen, oldukça medeni tavırlar sergileyen Rukk'lar, Syren ırkının kas gücünü oluşturan köleleriyken isyan edip özgürlüklerini kazanmışlardır. Hala pek çok Rukk, Syren egemenliği altında yaşıyor olsa da, bağımsız bir ırk olarak kabul edilebilecek miktarda özgür üyesi mevcuttur.

Basit bir kabile yaşantısı süren Rukk'lar, fiziksel yapıları, sert disiplin ve şeref anlayışlarıyla oldukça acımasız ve muhtemelen "vahşi" bir portre çiziyor olsalar da, ne diğer ırkların düşündüğü gibi kana susamış ne de "medeni" ırkları anlayamayacak kadar aptaldırlar. Rukk'ların Marian teknolojisine uzak olduğu bir gerçek olsa da, bu uzaklık daha çok tercih sebebiyledir.

Büyü yeteneğinden tamamen mahrum olsalar da, ruhani yaşama ve kabile şamanlarının sözlerine çok önem veren Rukk'lar, önce kabilelerinin idealleri için sonra kendileri için yaşarlar. Kabile yaşlılarının emirlerine karşı gelmek, yetersiz görülmek veya herhangi bir sebeple şerefini kaybetmek bir Rukk için sürgün anlamına gelir.

Sürgüne yollanan bu Rukklar (ki yollanmaktan öte sürgüne kendi rızalarıyla çıkarlar), genellikle dönüp dolaşıp insanların arasına karışırlar bir şekilde. Paralı askerlik yada fedailik yaparak karnını doyuran Rukk'lar sık rastlanan vakalardır. Hırsızlık ve dolandırıcılık gibi alçaltıcı hareketlerden kati şekilde kaçınmalarına rağmen, kendileriyle alakasız iki kişi arasındaki bu tür bir anlaşmazlığa da karışmamayı yeğlerler. Rukk'lara göre kendileri ve diğer Rukk'lardan başka hiç kimsenin kavgası onlara ait değildir; eğer bu iş için para almıyorlarsa elbette.

İnsanlardan çok daha hızlı olgunlaşıp, onlardan daha kısa bir ömür sürmelerine rağmen, bu kısa zamanı olabildiğince dolu geçirmeye bakarlar. Savaşçı bir doğaya sahip olmalarına rağmen, sırf dövüşün verdiği zevk için hayatlarını boş yere kaybetmektense kabileleri için yararlı bir iş başararak ölmeyi yeğlerler. Bu nedenle hayvansı içgüdülerine karşı gelerek tahriklere karşı koymaya ve anlamsız kavgalara girmemeye için özen gösterirler.

Tüm bu pasifist mantalitelerine rağmen, bir savaş alanındaki Rukk çoğu rakip için ölüm anlamına gelir. Teknolojik üstünlük göz ardı edilirse, bir Rukk'la yakın dövüşe girmek intihar etmekle aynı şeydir.

Sürgün yada "şerefli" olsun, bütün Rukk'lar eski "efendileri" Syrenlere karşı bitmek tükenmez bir nefret beslerler. İlk görüşte üzerilerine atlamasalar da, yer ve zaman uygun ise bir Rukk'un bir Syren'i boğazlamasını engelleyebilecek çok az sebep vardır.

İnsanlara karşı mesafeli ve yeri geldiğinde korku yada saygılı bir yaklaşıma sahiptirler. Kendisini güvenilir biri olarak Rukk'a kabul ettirebilmiş olan her insan onlarla düzeyli bir ilişki kurabilir. Feyr'ler ise güven konusunda pek başarılı olmadığından iki ırk arasında genellikle sessiz bir gerginlik hüküm sürer.

Evet, bu iki önemli ırkı da aradan çıkarttığıma göre bir sonraki info konusu, araya başka bir şey girmezse, Flatworld'ün "yerli" ırkları olan Syren, Goblin ve Chien'ler hakkında olacak. Ama info'dan önce hikaye en az 1-2 bölüm daha ilerleyecektir. Uzun ve baygın cümlelerime dayandığınız için tekrar teşekkürler :)

30 Temmuz 2008

Yağmur altında (p8)

Yağmur şiddetlenmişti. O kadar şiddetlenmişti ki düşen yağmur damlaları insanın canını yakıyordu. Şatonun girişinde, kapının kirişinin altında bahçede sıraya dizilmiş adamları izliyordu Anton.

Yolculukta "bakıcılık" yapmaları için tutulan adamları Viktor bu yağmur altında bahçede tutmuş, hazır olda bekleterek tek tek "inceliyordu". "Biraz da adamların direncini ölçüyor" diye düşündü Anton. Viktor ise sanki yağmur onun üzerine yağmıyormuş gibi adamların etrafında dolaşıp bir şeyler söylüyordu bağırarak. Ancak yağmur damlaları ve belirli aralıklarla patlayıp insanı yerinden zıplatan gök gürlemeleri yüzünden tek kelime bile duyulmuyordu.

Kiriş altında duruyor olmasına ve üzerindeki uzun paltosuna rağmen, sürekli yön değiştiren rüzgarın savurduğu yağmur damlaları Anton'u sırılsıklam yapmıştı bile. Fakat ıslaklıktan öte adamların tiplerini tam seçememekten rahatsız oluyordu. Bu sırada arkasındaki büyük şato kapısının açıldığını hissedince ağırlığını yana vererek kapıyı açana baktı.

Dom elinde bir kaç sandviçle gelmişti. Bir tanesini kardeşine doğru atarak kirişin diğer tarafına yaslandı.

"Eee? Nasıl buldun adamları?" diye sordu Dom. Bir yandan elindeki sandviçlerden kocaman ısırıklar alıyordu.

"Yüzlerini bile seçemiyorum lanet yağmur yüzünden. Ama 4 adam bir de Rukk seçebiliyorum. Şu diğer silüet nedir anlamadım. Kurt falan mı acaba?"

"Hayır köpek o. Adamlardan birinin köpeğiymiş. Adı da 'Kuduz'du galiba" dedi Dom ağzındaki lokmayı yutarken.

"'Kuduz' mu? Bir köpek için saçma bir isim. Gerçekten kuduz değilse sorun yok tabi."

"O yaratığı köpek diye sıfınlandırmak hakaret olur sanırım. Baksana neredeyse ufak bir at kadar."

"Neyse köpeği boşver de..." dedi Anton "...diğerleri kimmiş öğrenebildin mi?"

Düşünmek için çiğnemeye bir an ara veren Dominic "Adamlardan birisi doktormuş. Diğer ikisi ise Avcılar'dan diye duydum ama emin değilim. Doktor Carinan, avcılar da Samarren." diye cevap verdi.

"Samarren mi?" diye kafasını Dom'a çevirdi Anton. "Samarrenleri nerden bulmuşlar? Soğuk havadan etkilenmeleri gerekirdi..."

"Evet ben de öyle biliyorum ama..." derken bir ısırık daha aldı Dom. Bir süre adamlara bakıp ağzındaki lokmayı çiğnedikten sonra "...kalın giyinmişler herhalde" dedi dalga geçerce.

Abisinin bu espirisini görmezden geldi Anton ve Viktor'un nutuk çektiği adamları bir süre daha izledi. Duyamıyor olmasına rağmen Viktor büyük ihtimalle "çok önemli ve tehlikeli bir göreve çıkacaklarından, bu işe girişen herkesin hizmet ettikleri bu iki soylu genç için gerektiğinde hayatlarını vermeleri gerekeceğinden" falan bahsediyordur diye düşündü.

"Diğerlerine ne diyorsun?" diye sordu Dom dalıp giden kardeşine. Bu arada 3. sandviçi yemeye başlamıştı.

Dom'a dönmeden "Ne düşünebilirim? Rukk işte. Hepimizi öldürüp kanımızı içmezse iyidir" diye cevap verdi Anton. Rukk'larla pek yüzyüze deneyimi yoktu ama gördüğü ve işittiği kadarıyla hepsi hayvan bozması vahşilerdi.

Anton'un bu kadar önyargılı konuşması garibine gitmişti Dom'un. Ayrı oldukları sekiz sene boyunca Dominic vaktinin çok büyük bir kısmını serserilerle, dolandırıcılarla, paralı askerlerle, fedailerle ve buna bağlı olarak insanlar tarafından "2. sınıf" sayılan ırklarla geçirmişti. Anton bir Rukk'la aynı gemide bir kaç hafta geçirdikten sonra fikri değişekti muhtemelen.

"Dördüncü adam kim?" diye sordu bu arada Anton. Dominic diğerleri hakkında birşeyler söyleyince, tam göremese de adamları biraz seçebilmeye başlamıştı. Ama dördüncü adam uzun bir pelerine sarınmıştı ve başında da başlık vardı.

"Dördüncüsü adam değil, kadın." dedi Dominic sesinde bariz bir tınıyla. Anton abisinin gözlerini kadına diktiğini ve suratının o çok iyi bildiği ifadeyi aldığını fark etti.

"Dominic sakın..." diye abisini uyarmak için ağzını açmıştı ki, Viktor'un uygun adım kendilerine doğru yürüdüğünü gördü. İki kardeş de yaklaşan adamı görünce rahat hallerinden silkinip doğruldular. Viktor'un etrafındakileri hizaya sokmak gibi bir etkisi vardı.

Önlerinden geçerken ikisine de kısaca bir bakış atan Viktor hiç hızını kesmeden binaya girdi. Tayfanın geri kalanı biraz geriden Viktor'u takip ediyordu. Önce kalın paltosu ve elinde ağır gözüken bir çantayla doktor girdi. Orta yaşlı, cılız bir adama benziyordu ve etrafına ağır bir koku yayıyordu. Anton'un burnuna nereden hatırladığını çıkartamadığı bir kaç tanıdık koku gelmişti.

Yaşlı adamın ardından ters ters bakan Anton, o sırada içeri girmekte olan iki Samarren (ve devasa köpekleri) ile Dominic'in birbirlerini tanıyormuş gibi bakışmalarını son anda yakaladı.

Adamlar geçip gittikten sonra Dom'a soran gözlerle bakmaya başladı fakat yakalandığını fark eden Dominic kardeşinin bakışlarından kaçınmak için kapının önünde içeri girmek için bekleyen Rukk ve kadına doğru çevirmişti başını.

Rukk ve kadın kapının önünde yüzyüze durmuş, diğerinin geçmesini bekleyerek sessiz bir irade savaşı veriyorlardı. İki kardeş müdahale etmeye çekinerek bu sahneyi izlemekle yetiniyorlardı. Sonunda kadın pes etti ve kendisinden neredeyse 1 metre daha uzun olan Rukk'a yol verdi.

"Hrmff!" diye gürültülü bir şekilde nefes veren Rukk ayaklarını yere vura vura içeriye girdi. Her attığı adımda yağmur sesini bastıracak kadar ses çıkıyordu. Anton yüzünü buruşturarak geçen Rukk'un arkasından bakmaya devam ediyordu ancak Dominic'in dikkatini daha çok kadın çekiyordu.

Rukk içeri girdikten sonra kadın da hareketlendi ve bir hışımla kardeşlerin önünden geçti. Dom ise kadının arkasından koşturarak yolunu kesti ve önünde hafifçe eğilerek "Hanımefendi..." dedi. Ancak kadının masmavi gözlerinin içi buz gibiydi. Bu nezakete pelerinini bir hareketle çıkartıp Dominic'in üzerine atarak cevap verdi.

Pelerinin altında kalan Dominic kadının yanından hızla geçtiğini hissetti ama asıl sinirini bozan Anton'un kahkahalarıydı. Başıan dolanan pelerinle yaşadığı ufak boğuşmanın ardından Anton'a "Daha gülmek için çok erken genç adam!" dedi gözlerini kısarak.

"Ah be abicim" dedi Anton en alaylı tonuyla. "Ben pelerine gülmüyorum ki..." dedi ve kafasıyla holde uzaklaşan kadını işaret etti. Pelerini bir kenara fırlatan Dom şaşkın bir suratla kadına doğru döndü. Yenilmiş bir ifadeyle kafası önüne düşerken, Anton kolunu abisinin omzuna attı ve "kadının Feyr olmasına gülüyorum." dedi gülerek.

28 Temmuz 2008

Info - Flatworld: Teknoloji ve Büyü

Dün yazmayı planladığım infoyu bugün ancak gece yazmaya vaktim oldu. Bir kaç kişiden dünyadaki teknolojik seviye hakkında sorular aldım. Ona ek olarak büyü konusunda da bazı şeyleri açıklığa kavuştursam fena olmayacak gibi geliyor. Neyse, daha az geyik, daha çok açıklama.

Teknoloji:

Flatworld'de teknolojinin normunu belirleyen ırk Marianlar olduğu için, onların sahip olduğu teknolojiyi anlatmam daha doğru olacaktır. Sonuçta diğer ırkların çoğu Marian teknolojisini kullanmakta.

Marian teknolojisi çeşitli dallar altında incelenmeli. Bunların başında da fizik ve biyoloji gelmekte. Tarihi bilgilere göre ilk dönemlerinde çok daha yüksek teknolojiye sahip olan insan ırkı kısa bir süre de pratik bilimi büyü ile değiştirmiş ve bir anlamda "gerileme" yaşamıştır. Binlerce yıl süren bu "geri" dönem, insanların büyü yapabilme yeteneklerini kaybetmeye başlaması ile son bulmuş ve kaybedilen bilimsel birikimler geri kazanılmaya çalışılmıştır.

400 yıla yayılan bir süreç içinde insanların tıp bilgisi, zaten var olan "büyü" bilgisiyle birleştirilerek çok büyük ilerlemeler kaydedilmiştir. Marianların tıp bilgisi, günümüz dünyasının modern tıbbıyla yarışamayacak seviyede olsa da, o yönde hızla yol almaktadır. Diğer bilim dallarından daha ilerde olan Marian tıbbı, bizim dünyamızın 1940-50 dönemine eş değer bir seviyededir. Büyük şehirlerde hastaneler, Marian kolejlerinde tıp okulları vardır. Askeri birliklerde mutlaka doktorlar bulunmaktadır.

Flatworld tıbbının bir diğer kazancı ise, bu dünyada yetişen, normalin üzerinde iyileştirici etki yaratan bitkilerin varlığıdır. Bu bitkilerle yapılan ilaçlar, merhemler ve "iksirler", yaraların iyileşme potansiyelini çok yükseklere çıkartmaktadır. Bu tür yüzeysel tedavi yöntemlerine ek olarak mikro biyoloji ve genetik gibi konularda da kayda değer bir bilgi birikimine sahiptirler.

Marianlar, fizik konusunda teorik ve pratik olarak günümüz dünyasından 100-200 yıl kadar geridedirler. Buharla çalışan makinalar ve üretim bandı mantığıyla çalışan fabrikalar yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamış, tren gibi, motorlu gemiler gibi buhar temelli çalışan araçlar büyük şehirlerde boy göstermeye başlamıştır. Flatworld'ün metropolü Spire'da, şehrin alt ve üst kısmıyla bağlantıyı sağlayan bir metro sistemi bile oluşturulmuş, Spire dağının kuzey ve güneyinde bulunan şehrin iki ayrı bölgesi de tren hattıyla birleştirilmiştir.

İçten yanmalı motorların ve bireysel kullanım için üretilmiş motorlu araçların daha teori seviyesinde olmalarına rağmen, belirli komutlara uyan buhar gücü ile çalışan "robot"lar çok nadir de olsalar kimi yerlerde görülmektedirler. Mekanik hareketi tamamen fiziksel gerçeklik ile sınırlı olsa da bilinçli hareketlerini sağlayan ve komutları uygulamalarını sağlayan elektronik teknolojisi Marianlar tarafından daha hayal bile edilmemiş olduğu için bu tür makinaların "büyü"ye dayanan mekanizmaları da mevcuttur.

Barut ve ateşli silahlar herhalde tekrar yükselen bilim akımının halkın hizmetine sunduğu ilk teknoloji olmuştur. Otomatik tabancalar ve makinalı tüfekler bu çağda ancak prototip silahlar olarak görülebilirken, altıpatlar da denen revolver tabancalar ve uzun menzilli tüfekler çoğu insan tarafından yoğun şekilde kullanılmakta; gemilerde toplar, kalelerde ve savaş alanlarında mitralyözler gibi sabit, ağır silahlar boy göstermektedir.

Ulaşım konusunda da yine teknolojik gelişmeler olmuştur. Büyük bir çoğunluğu okyanuslarla kaplı ve medeniyetlerin çoğu adalara bölünmüş bu dünyada ilk hedef bu uzun yolculuk sürelerini daha kısa ve daha güvenli kılmaya çalışmak olmuştur. Deniz taşımacılığı hala rüzgar gücü ile hareket eden yelkenli gemilere bağlı olsa da (Flatworldde belli deniz rotaları üzerindeki güçlü rüzgarlar ve okyanus akıntıları gemilerin bu rotalardaki hızını normalin çok üzerine çıkartmaktadır) buhar motorlu gemiler ortaya çıkmaya başlamıştır.

Deniz üzerinden taşımacılığın etkinliğinin arttırılması her ne kadar önemli bir hedef olsa da, "denizin üzerinden" taşımacılığın ortaya çıkması için harcanan çaba çok daha yüksektir. Sıcak hava balonlarının icadının ardından hidrojenle çalışan zeplinlerin ortaya çıkması çok zaman almamıştır. Zeplin teknolojisi, Marian'lar pek kafa yorulmamış bir yöntem olsa da, diğer bazı ırklar arasında oldukça rağbet görmüştür. Marian'ların asıl amacı Thulien'lerin Fırtına Avcılarına rakip olacak bir fikir bulmaktır. Şu ana kadar pek başarılı olmasalar da, havacılık alanında kaydettikleri ilerlemenin hızına bakılınca kısa süre içinde uçak teknolojisine ulaşmaları olasıdır.

Flatworld'ün bir diğer teknolojik lideri olan Thulien'ler, çoğu konuda Marian teknolojisinden yararlanıyor olsalar da, kendilerine has bir üstünlüğe sahiptirler: elektrik.

Ellerindeki var olan örnekleri kopyalayarak çoğalttıkları elektrik motorlarıyla çoğu temel ihtiyaçlarını gideren Thulienler ayrıca yaşadıkları bölgelerde kurdukları rüzgar milleri ile dünyanın tek elektrik üreticileridirler. Astronomik fiyatlara Marian ve Carinan soylularına satılan elektrik teknolojisi Thulienlerin en büyük gelir kaynaklarından birisidir. Marian bilim adamları tarafından potansiyeli tam keşfedilememiş ve Thulienler tarafından da sadece pratik amaçlarla kullanılan elektrik şu anda sahip olduğu ilgiyi görememiş bir hazine olarak beklemektedir.

Büyü:

Evet asıl değinmek istediğim konu bu işte. Öncelikle şunu belirteyim, "büyü" diğer pek çok fantastik dünyada olduğu gibi sınırsız ve sokaktan geçen herkesin kullanabildiği birşey değil. 6000 küsür yıllık tarih boyunca büyü her zaman insanlara (ve çok az da olsa Feyr'lere) özel bir sanat olarak kalmış ve dünya üzerinde hakim ırk olmalarında önemli bir rol oynamıştır.

Büyü olarak adlandırılan şey, insanların çevredeki faktörleri iradelerine göre şekillendirmeleri ve yönlendirmeleridir. Ancak bu iradeyi gerçekliğe uygulama yeteneği zamanla zayıflamaya, sonunda sadece yıllarca bu konu üzerine eğitim alıp, hayatlarını bu işe adayanlara özel bir şey haline gelmiştir.

Fiziksel dünyanın öğelerini değiştirme üzerine kurulu olduğu için "olayların işlemesi" hakkında yoğun bir bilgi gerektiriyor ve öğrenimi zorlaşıyordu. Bunun üzerine, zaten geleneksek olarak altıya ayrılan büyü, altı ayrı dalda incelenmeye başlandı: Ruh, Beden, İsim, Kader, Güç ve Madde.

Ruh dalı, canlı ve cansız her varlığın sahip olduğu ruhlarla iletişim ve onları kontrol üzerinedir. Bu bir diğer bilinçli canlı ile telepatik bağ kurmaktan, bitkiler gibi bilinçsiz canlılar yada kayalar, denizler, bulutlar gibi tamamen cansız maddelerle iletişim kurmaya yarar. Aynı zamanda cansız maddelere hareket kazandırmak (ölü bedenleri hareket ettirmek, masaları, sandalyeleri bilinçli yaratıklar haline getirmek, ağaçlara hareket kabiliyeti vermek) gibi bir kullanım alanı da vardır. Ruh dalının temelinde müzik bilgisi yatar. Müzik ve ses yolu ile oluşturulan ezgiler, evrensel olarak bütün ruhlar tarafından anlaşılan bir dildir. Bu nedenle bu dalın öğrencileri sıkı bir müzik eğitiminden geçerler. Ayrıca insan ruhu dışındaki ruhlarla iletişim kurabilmek için empati, diplomasi ve görgü kuralları eğitimi görürler.

Beden dalı, adından da anlaşılacağı gibi insanın kendi bedeni üzerinde değişiklikler yapmasına, yaraları ve hastalıkları iyileştirmesine olanak sağlar. Dünya çapında tıbbın bu kadar ileri olmasının sebebi budur, çünkü yaraları iyileştirebilmek veya fiziksel değişim geçirmek için öncelikle insan bedeninin nasıl işlediği bilinmeli ve gerçekleştirilecek değişimin nasıl olacağı, nasıl işleyeceği bilinmelidir. Flatworld insanları arasında hücre ve mikrop bilgisi binlerce yıldır mevcuttur. Kısacası bu dalda eğitim gören öğrenciler aynı zamanda bir doktorla aynı seviyede tıp bilgisine sahiptir.

İsim dalı, fiziksel konularla en az sınırlanmış daldır. Eski Lantian lehçesiyle başkalarının zihinlerine direkt olarak etki etmeye dayanır. Kişinin verdiği emirler karşısındakinin bilinçaltına etki eder ve onu verilen emre itaat etmeye zorlar. Bu dalın ustaları seslerini o kadar iyi kontrol edebilmektedirler ki emirleriyle fiziksel gerçeklik üzerinde anlık değişiklikler gerçekleştirebilmektedirler. İsim dalı hitabet sanatı ve edebiyat bilgisi gerektirmektedir. Ayrıca öğrenciler seslerini kontrol etmeleri için şan ve telafuz dersleri almaktadırlar.

Kader dalı, adının aksine olasılıklar ve olasılıkların dolaylı yollarla etkilenmesi üzerinedir. Kader öğrencileri mantık, felsefe ve matematik üzerine çok yoğun bir eğitim alırlar. Bu dal pratikte, olayların gelişmesi en olası şekli yerine, öğrencinin iradesiyle kendi tercih ettiği, başka bir olasılığa yönlendirilmesi şeklinden işler. En basit örnek havaya atılan bir paranın hangi yüzüyle düşeceğini etkilemek üzerinedir. Fırlatılan paranın hangi yüzü üzerine düşeceğini havadayken tahmin edip bu olasılığı etkilemek görünürde imkansız olsa da, uzun yıllar süren eğitimden sonra öğrenciler bunu kolayca gerçekleştirebilmektedir.

Güç dalı, fiziksel gücü değil, ısı, elektrik ve manyetizma gibi kuvvetleri kapsamaktadır. Bu dalın kullanımına ait bir örneği hikayenin geçen bölümünde Anton ocağı yakarken vermiştim. Örnekte görüldüğü gibi bu dalı kullanmak için önce yakacak uygun bir madde (odun) ve ateşin ortaya çıkmasını sağlayacak ortam (oksijen, hava) gerekmektedir. Tahmin edebileceğiniz gibi "Güç", fiziğin çeşitli dalları üzerine yoğun çalışma gerektirmektedir. Güç dalının ustaları, çevre sıcaklığını değiştirerek rüzgarlar yaratmak, hava olaylarını kontrol etmek gibi meziyetlere sahiptirler.

Madde dalı ise ne olduğu açık bir diğer dal. Maddelerin renk, ağırlık, şekil gibi basit karakteristik özelliklerinin değişimin yanında bir maddenin başka bir maddeye dönüştürülmesi (ki nükleer fizik bilgisi gerektirmekte) yada büyük kütlelerin şekillendirilmesi (örneğin yer sarsıntısı yaratmak, mekanik fizik bilgisi gerektiriyor) gibi daha komplike şeyler gerçekleştirilebilmektedir.

Dallar dışında, bir "büyücü" iradesini gerçekliğe uygulamak için önce daha basit bir şey üzerine konsantre olup dikkatini toplamak zorundadır. Bunun için bir "odak" objesi kullanılır. Odak objesi çok basit bir geometrik şekilde, elde yada sadece avuçta tutulabilecek kadar ufak olmalıdır. Bütün dikkat bu obje üzerine, oradan da gerçekleştirilecek etkinin normal yollarla gerçekleşmesi için gereken olayların oluş şekli düşünülmeli ve buna konsantre olunmalıdır. Uygun eğitimi almış kişiler için bütün bu süreç sadece bir kaç saniye almaktadır. Büyü eğitimi almak için kişinin üstün bir gözlem ve olayları hızlı değerlendirme yeteneğine sahip olması gerekmektedir. Olayların doğal şekilde oluşma sürecini bildikten sonra bunu yaratmak büyücü için çok daha az zahmet isteyen bir iştir.

"Büyü"nün oluşturulması için gereken yöntemler uzun süren ve maddi olarak zorlayıcı bir süreç gerektirdiğinden, büyücülük kurumu sadece zenginlere ve soylulara ait hale gelmiştir. Fakat modern bilimin halkın herkesimine hitap eden, daha kolay ve pratik çözümler sunması büyünün popularitesini giderek kaybetmesine sebep olmaktadır. Yukarıda belirttiğimden daha başka, sayısız sınırlamaya(Beden dalı ile bir adamın karşısına oturup iyileştirmenin, o insanın tıbbi müdahale ile iyileşmesiyle aşağı yukarı aynı süre alması örneğin) sahip olan büyü, halk arasında bir süre sonra tarihe karışacak bir sanat olarak görülmekte.

Fırtına yaklaşırken (p7)

Dom Anton'un başında durmuş, masada kitaplar ve haritaların üzerinde horuldamakta olan kardeşini seyrediyordu. Dışarda yağmur camları dövüyor, şatonun bulunduğu yarın aşağısındaki kayalıklara vuran güçlü dalgaların sesi geniş odanın içinde yankılanıyordu. Saatine baktı, 11:45'i gösteriyordu. Öğlen olmasına rağmen dışarısı gece kadar karanlıktı.

Dikkatini hala uyumakta olan kardeşine verdi Dom. Nasıl uyandıracağını düşünürken yüzüne hınzır bir ifade geldi. Masada kardeşinin karşısına geçip suratına doğru "HEY!" diye bağırdı.

Daha sonra çok uğraşsa da hatırlayamayacağı güzel bir rüyadan bu şekilde uyandırılan Anton'un tepkisi, şaşkınlık ve şokla masadan doğrulup o hızla sandalyeyle birlikte geriye devrilmek oldu.

Yere devrildikten sonra kendisine çarpan şeyin ne olduğunu anlamaya çalışan Anton, abisinin kahkahalarını duyunca herşeyi kolayca yerine oturttu.

"Ha ha, çok komik." dedi Anton yerden doğrulmaya çalışırken. Dominic hala gülüyor olmasına rağmen Anton'un yanına gelip elini uzattı kalkmasına yardımcı olmak için. Anton, Dom'a kırgın bir ifadeyle bakıp karşılık vermemesine rağmen, kısa bir duraklamanın ardından abisinin eline uzandı ve ayağa kalktı.

Anton üstünü başını düzeltip yan odadaki lavaboya doğru yürürken Dom kıs kıs gülmeye devam ediyordu.

"Daha olgunca uyandırılmayı beklerdim ama 'olgun' ve 'sen' hala aynı yerlerde gezinmiyorsunuz görünüşe göre" diye seslendi Anton yüzünü yıkarken. Kendine gelip banyodan çıkınca Dominici kapının yanında kollarını kavuşturmuş beklerken buldu.

Anton daha ağzını açıp birşey diyemeden "Ufak gezimiz iptal oldu" diye daldı aradan. Tamamen alakasız birşey söyleyecek olan Anton'un aklına sırasıyla o sabah erkenden yola çıkmaları gerektiği, kendisinin hala hazırlanmamış olduğu, Dominic'in hala hazırlanmamış olduğu, babasının bütün yolculuk planından caymış olma ihtimali ve şimdi ne yapması gerektiği gelse de "N-ne?!" diyebildi.

Kardeşinin böyle bir tepki vereceğini önceden kestiren Dominic sadece pencereyi işaret etmekle yetindi. Önce tek kaşını kaldırarak abisine bakan Anton hızla pencereye doğru yürüyüp dışarıya baktı. Yağmurdan ve alabildiğine uzanan okyanustan başka birşey yoktu.

“Bir parça yağmur için mi ertelendi bütün yolculuk?” diye Dom’a döndü hışımla.

“Bir parça yağmur mu?” diye cevap verdi Dom “Dikkatli bak biraz, fırtına bulutları bunlar. Bir kaç saat sonra cehenneme dönecek dışarısı.”. Anton yine de pek tatmin olmuşa benzemiyordu bu cevaptan. “Hem hazırlıkları tamamlayamadık, her şey çok aceleye geliyor diyen sen değil miydin?” diye devam etti Dom.

“Evet ama...” diyecek gibi olduysa da sadece hayal kırıklığına uğramış gözlerle boş boş bakmaya devam etti. Yine de daha gemileri gelmemişti, Armand’ın gezi için tuttuğu adamlar ortada yoktu.

Dominic elini kardeşinin omzuna koyarak “Amma sabırsızsın be oğlum” dedi “Gel bir şeyler yiyelim. Viktor tayfayla ‘tanışıyor’ aşağıda. Hepsini sorguya çekmeye başlamadıysa ne olayım”.

Anton heyecanlı bir sesle “Ne? Geldiler mi?” diyerek gözlerini dışarıda yağan yağmurdan abisine çevirdi.

“Aa... Evet söylemeyi unuttum değil mi?” dedi Dom ama daha cümlesini tamamlayamadan Anton odadan çıkmış merdivenlere doğru koşmaya başlamıştı bile. Dom da yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeyle kardeşinin peşinden yürümeye başladı yavaş yavaş. “Bir de bana çıkışıyor olgun değilsin diye. Bir parça bile büyümemiş” diye düşünüyordu odadan çıkarken.

27 Temmuz 2008

Bir fincan kahve (p6)

Eve döneli 3 gün olmuştu ve Anton hala hazırlıklarını tamamlayamamıştı. Viktor'un seçtiği adamlar ve özel olarak tuttukları rehber yarın şatoya ulaşacaktı ancak güneşin doğmasına üç saat kalmış olmasına rağmen hala rota çizilmemiş, haritalar tamamıyla incelenmemişti. Uykusuzlukta kafası çatlayan Anton, alnını kitaplardan ve haritalardan oluşan bir kümeye dayamış düşünüyordu. İki gün boyunca içen Dom daha dün ayılmıştı. Viktor ve Armand ise ortalarda gözükmüyorlardı.

Kafasını kaldırıp etrafına baktı Anton; kahve arıyordu. Masanın üzerindeki kitap kümelerini araladı dolu bir kap bulmak için. Peh hepsi bitmişti. Uşakları da çağıramazdı, bu saatte kim ayakta olurdu ki zaten.

Elleriyle saçlarını geriye attı ve masadan kalktı. Odadan çıkacakken gözü aynadaki yansımasına takıldı. Saçları, sakalları uzamıştı iyice. Yarın yola çıkmadan önce bir de traş olması gerekiyordu bir de. Yüzünü buruşturarak odadan çıktı. Neydi bu babasının acelesi? Sanki bir yerlere yetişmeleri gerekiyormuş gibi bütün hazırlıkları oldu bittiye getirmişti Armand. Yine de bütün yolculuk için finansman olduğu ve bütün ihtiyaçları bir iki gün içinde tedarik ettiği için babasına kızamıyordu. En azından suratına karşı. Yine de minnettardı babasına. Neyse ne, şimdi babasını düşünecek vakti yoktu.

Ses çıkartmadan merdivenlerden hole, oradan da hizmetçilerin odalarının önünden geçerek mutfağa geçti. Kolejde geceleri dışarı sızmak için uğraşılan o kadar saat boşa harcanmamıştı görünüşe göre. Akademi'deyken "dışarı sızmak" gibi bir durum söz konusu bile olmadığından biraz paslanmıştı elbette ama gecenin bu saatinde hiç kimseyi uyandırmadan cezveyi ve kahveyi bulmayı başarmıştı. Tek sorun ocağı yakmaktı şimdi.

Gaz ocağı çalışmıyordu. "Herhalde gece gaz vanasını kapattılar" diye düşündü Anton. Yandaki eski odunla ısınan ocağa baktı. Odun vardı içinde hala. Kibrit yada çakmak aramaya başladı ancak bir kaç saniye sonra gözlerini devirerek ocağa geri döndü. Cebinden uğurlu gümüş parasını çıkartıp avcuna aldı. Ocaktaki odunlar önce ısınmaya ve yavaş yavaş tütmeye ardında da alev alev yanmaya başladı. Dört sene Akademi'de okuduktan sonra kim kibrit kullanırdı ki.

Kahvenin pişmesini beklerken bir tabure çekerek ufak pencereden şatonun bahçesine bakmaya başladı. Dışarıda hiç bir hareket yoktu. Ancak hareket olmaması hiç kimse olmadığı anlamına gelmiyordu tabi. Surlardaki nöbetçiler dikkatini çekmişti. Eskiden bu kadar nöbetçi yoktu sanki şatoda. Son yıllarda babası, Viktor yada ikisi birden paranoyaklaşmaya başlamıştı görünüşe göre.

Güvenlik takıntısı olmasına rağmen Viktor'un kendisiyle gelecek olmasından memnundu aslında Anton. Çocukken kendisine ve abisine kendilerini savunmayı o öğretmişti. Kendisi pek dikkatini vermemiş olsa da Dom ve Viktor saatlerce çalışırdı. O zamanlar Dom'un dövüş sanatını öğrenmek için bu kadar çabalamasının tek nedeni küçük kardeşiyle boğuşurken avantaj kazanmak olsa da, evden ayrıldıktan sonraki yıllarda oldukça işine yaramıştı muhtemelen.

Düşüncelerinden sıyrılan Anton kahvenin hazır olduğunu fark etti. Büyükçe bir kaba kahveyi doldurduktan sonra gümüş parasını tekrar çıkarttı. Ocağı açıp alevlere konsantre oldu ve alevler aynı ortaya çıktıkları hızla kayboldular. Bir elinde kahve kabını alan Anton, esneyerek mutfaktan çıkarken gümüş parayı havaya atıp yakaladı ve cebine geri soktu.

26 Temmuz 2008

Beş şişe şarabın ardından (p5)

İşte bu sefer iyi içmişti. Dom, şu an saat kaç emin değildi ama, "içmeye başlayalı en az on saat olmuştur" diye hesaplamıştı. Anton kendisini yakalamasaydı herhalde sabaha kadar da devam ederdi.

Sallana sallana holde yürüyordu ki yemek salonundan çıkan babasını görerek durdu. Vücudundaki o kadar alkole rağmen bir anda ayıldı. 250 yıllık aile yadigarı vazoyu kırmış bir çocuk gibi(!) hissediyordu kendisini şu anda. Aslında babasının karşısında her zaman böyle hissediyordu ya.

Armand, insanın ruhunu delen gözleriyle oğlunun bu salaş haline bakıyordu. Dom'un hala yarı sarhoş haliyle dimdik durmaya çalışması komik olmaktan çok uzaktı onun için. Dönüp odasına doğru gidecekti ama fikir değiştirip Dom'a yöneldi.

"Eve dönmek şatodaki bütün şarapları içmek anlamına mı geliyor senin için?" dedi.

"Ha-hayır babacığım, elbette hayır. Sadece... Heh... Biraz kendimi kaptırmışım galiba" diye cevap verdi Dom. Dili konuşurken ağzına büyük geliyordu sanki. Sarhoş değilmiş gibi davranmaya çalışıyordu ama bir yandan da babasını bu kadar kolay kandıramayacağını biliyordu. Başka bir konuda bile olsa babasını hiç bir zaman kandıramamıştı zaten. Armand her zaman, her yaptığı hatayı bilirdi. Nasıl beceriyordu bunu?

"Bak Dominic." dedi ve durdu. Hakaret ile nasihat arasında kalmıştı. "Söyleyeceklerimi nasılsa beş dakika sonra unutacaksın biliyorum ama..."

Dom kendi kendine "Evet, yine nutuk geliyor. Her zaman aynı şeyleri söylüyorsun zaten be adam!" dedi ama aynı yarı sarhoş yüz ifadesiyle babasını dinlemeye devam etti.

"...Kendine artık çeki düzen vermenin vakti geldi. Bunu en azından kardeşin için yap..."

"Beni evden kovup yıllar sonra geri çağırdıktan sonra kendine çeki düzen ver mi diyorsun?" diye sormak istiyordu Dominic ama çenesini tutmayı tercih etti. Ne kadar cevap verirse bu nutuk o kadar uzayacaktı çünkü.

"...Seni boşuna onunla yollamıyorum..."

İşte Dominic şimdi gerçekten ayılmıştı. Sabahtan beri bunu düşünüyordu zaten. Hatta bu yüzden içiyordu belki de. Babası yıllar sonra neden çağırmıştı onu? "Bir daha adını bile duymak istemiyorum!" demişti. Nedenini sormalı mıydı, yoksa beklemeli miydi?

"...Kardeşinin bu yolculuk fikri delice evet ama öğrenmenin tek yolu hata yapmaktır..."

'Öğrenmenin tek yolu hata yapmaktır' mı?! Dalga mı geçiyordu bu adam?

"Baba!" diye lafını kesti Armand'ın. "Ne diyeceksen dolandırmadan söyle! Karşında çocuk yok!"

Armand şaşırmıştı, afallamıştı hatta. Yıllardır ilk defa birisi kendisine böyle çıkışıyordu. Dominic'e bir kere daha baktı. Hala sarhoş bir adam duruyordu karşısında ama... hayır. Artık sekiz sene önceki aklı bir karış havada serseri gibi bakmıyordu oğlu. Farklı birşeyler vardı gözlerinde.

Terbiyesini takınmasını, haddini bilmesini söyleyecekti ama vazgeçti. Kaşlarını hafifçe çatıp oğlunun gözlerinin içine baktı. Dominic bu sessizliği üzerine suratına inecek bir tokat beklerken, Armand hafifçe gülümsedi ve ani bir hareketle dönerek merdivenlere yöneldi.

Dominic'in gözlerini kırpıştırıp dönüp giden babasının arkasından bakarken bir anda hareketlendi. Merdivenlerdeki babasına yetişip kolundan yakaladı.

"Hala bir cevap vermedin. Beni neden geri çağırdın? Neden Anton'la yolluyorsun?!"

Söylemeli miydi? Hayır, bilmese daha iyiydi. "Konuştuklarımı dinlesen anlardın Dominic. Kardeşin böyle bir yolculuk için yeterince... Deneyimli değil. Ona göz kulak olması gereken birisine ihtiyacı var."

"Viktor'u ve kim bilir daha kaç tane adamı yollamıyor musun zaten? Bana ne gere..."

"Neden bu kadar itiraz ediyorsun? Kardeşinle olmak istersin sanıyordum."

"Elbette istiyorum ama sen bunu neden istiyorsun onu anlamıyorum!"

"Viktor... ve diğer adamlar Anton'u fiziksel zarardan koruyabilirler ancak. Sen onun başının belaya girmesini engelleyeceksin."

Armand yalan söylüyordu. Dom bunun farkındaydı ve farkında olduğu için de şaşkındı. Şu anda dedikleri doğruysa babası bir koyunu kasaba emanet ediyordu. Anton başını belaya sokmasın diye, başını belaya soktuğu için evinden attığı adama mı güvenecekti? Yok artık.

"Ama sen..." diyecek oldu Dom ama kendini tuttu. Babası söylemiyorsa bir nedeni vardı. İçi içini yiyordu öğrenmek için ama nasılsa anlatmayacaktı. Fakat başından savmak için herhangi bir şey söyleyebilecekken neden... Neden? Babasının başka bir şeyden rahatsız olduğunu hissediyordu. Armand'ı bu kadar rahatsız edip kendisini eve geri çağırtan, Anton'u böyle tehlikeli bir yolculuğa yollatan şey ne olabilirdi? Ayrıca, Viktor? Şehir istila etmeye gitmediklerine göre Viktor'a ne ihtiyaç vardı? Çok fazla soru vardı. Sonunda babasına meydan okur gibi bakmayı bırakıp başını eğdi.

Armand Dominic'in suskunluğunu fırsat bilerek tekrar merdivenlerden çıkmaya başladı. Bu sefer yerinde kaldı Dom. Kısa bir süre boş boş baktıktan sonra mahzenlere giden yönde ilerlemeye başladı. 10 saatlik içki boşa gitmişti, asıl şimdi bir şeyler içmesi gerekiyordu.

25 Temmuz 2008

Info - Flatworld: İnsanların fiziksel ve kültürel farklılıkları

Bir başka "info" ile daha karşınızdayım. Bu infolardaki bilgilerin çoğu herhalde hikayeyi okuyanlara gereksiz gelecektir ancak birazda bu dünyada geçen oyuncularım için yazıyorum bunları.

Infolarda bahsetmeyeceğim bazı noktalar olacak. Bunları hikayenin bütünlüğünü bozmamak, hatta biraz da spoiler yapmamak için anlatmıyorum. Hikayeyi okuyanlar için amaç kafalarda daha düzgün bir portre çizmelerine yardımcı olmak. Sonuçta dünyamızda geçen bir hikaye değil bu yazdığım. Ancak peşin peşin belirteyim, tahmin ettiğiniz kadar da "fantastik" değil. Dinamiklerin çoğunun dünyamıza benzediğini göreceksiniz (belki tahmin ettiniz bile).

Flatworld - İnsanlar:


Flatworld insanları dört ayrı alt "ırk"a ayrılıyor. Burada "ırk" terimini kullanmamın nedeni, kültürel farklılıklardan öte bazı keskin psikolojik ve fizyolojik farklılıklara da sahip olmaları.

Her ne kadar aralarında büyük farklar bulunsa da, Flatworld insanlarının (hatta insan olmayan bazı ırklarında) konuştuğu ana dil aynı; Lantian. Aşağı yukarı 6000 yıllık ve çoğunlukla unutulmuş, kesin olmayan bilgilerden oluşan insanlık tarihi (aynı bizde olduğu gibi yani), bütün insanların ilk dönemlerde aslında tek bir ırk olduğu ve daha sonra ayrıldığını doğruluyor ve bu bilgi tüm insan ırkları tarafından kabul edilmekte.

Konuşulan dilin aynı olduğunu söylesem de, ırklar arasında lehçe yönünde çok büyük farklılıklar var. Anadolu Türkçesi ile Orta Asya Türkçesi arasındaki farkı düşünün. O kadar değişim gösterebiliyor. Ancak temel aynı olduğu için çoğu insan, diğer lehçeleri de öğrenme konusunda pek sıkıntı çekmiyor ve genellikle yoldan geçen bir insan diğer lehçeleri de akıcı şekilde konuşabilecek durumda oluyor.

İnsan ırkları, yukarıda belirttiğim gibi, dört ayrı alt ırk olarak sınıflandırılıyor; Marianlar, Carinanlar, Samarrenler ve Thulienler.

Marian:

Marianlardan önceki info yazımda bahsetmiştim, ama şimdi biraz daha detaya inmekte sakınca görmüyorum. Marianlar Viktorya dönemi (19. ve 20. yy arası) İngilizlerine benzeyen bir kültüre sahipler. Teknolojik olarak o döneme aşağı yukarı uymaktalar ve fiziksel olarak da güney avrupa insanlarına benziyorlar.

Marianlar, teknik olarak feodal bir yönetime sahip gözükseler de daha çok militer ve neoliberal olarak sınıflandırılabilirler. Soylu aileler her ne kadar feodal bir forma sahip olsalar ve halk ile bir serf ilişkisi kursalar da, soylu olmayan Marianlar yazılı olmayan pek çok hakka sahipler ve aşağı yukarı günümüz insanı kadar "özgür" sayılırlar. Soylu Marian aileleri toprakları yöneten lordlardan öte burjuvazi olarak görülmelidirler; çünkü servetlerinin büyük bir kısmını ticaret ve üretim ile yaratmış durumdalar.

Diğer insan devletleri ile olan ilişkilerde Marianların genel temsilcisi Watcher'lar olduğu için ve Watcherların Marian halkı üzerinde de büyük bir otoritesi olduğundan, kendilerini "militer" olarak adlandırmayı uygun gördüm. Önceden bahsettiğim gibi, Watcherlar büyük bir "lejyoner ordusu" olmanın yanında Marian topraklarının temel kolluk kuvveti sıfatına da sahipler.

Bu kadar dengesiz gözükmesine rağmen, bu güçlü Marian gruplarının birbirleri üzerinde hakimiyet kurmayışının nedeni, biraz birbirlerinden korkmaları, biraz birbirlerine dolaylı yollarla da olsa destek oluyor olmaları, biraz da tüm Marian'larda olan "herkes yerini bilsin" mantalitesi. Soylu aileleri ve Watcher hiyerarşilerinin kendi içlerinde yaşadıkları bireysel güç savaşları bir tarafa, Marian medeniyetini hakimiyet altına almaya çalışan (en azından açıkça veya yeterince güçlü bir şekilde) bir örgüt yada grup mevcut değil.

Kısacası Marianlar genel olarak günümüz "batı medeniyeti"ni temsil etmekte. Marian mimarisi, sanatı ve elbette teknolojisi az yada çok, diğer insanları etkilemiştir. İnsanlar haricinde bu tarz yerleşik ve köklü medeniyetler bulunmadığından (Syrenler bu konuda bir istisna. Syrenlere başka bir yazıda değineceğim) Marian medeniyetinin ve bunun uzantılarının dünyanın hakim gücü olduğunu söyleyebilirim.

Carinan:

Carinan ırkını anlamak için 17. yy. uzak doğu, özellikle japon tarihi ve kültürü hakkında biraz bilgi sahibi olmak gerekli. Bu konuda çok bilgili olduğumu iddia etmiyor olsam da, bildiklerim ve "attıklarım" ile oluşturdum Carinanları.

Fiziksel olarak birebir dünyamız uzak doğulularına benzemeseler de, kültürel ve siyasi yapı olarak onları andırmaktadırlar. Açık tenli, siyah yada kumral saçlı ve her zaman renkli gözlü olan Carinanlar, disiplinli, görev bilincine ve yöneticilerine sonsuz ve kesin bağlılık duyan insanlar.

Dünyanın kuzey kısmındaki çok sayıda adaları kapsayan Carinan imparatorluğu, uzun ancak çalkantılı bir tarihe sahiptir. Birbirinden kopuk adalarda kurulan sayısız "lordluk", tarih boyunca birbiriyle savaşmış ve dönem dönem de belirli bir güce sahip olan hanedan kendisini bütün Carinanların imparatoru ilan etmiştir (bu yönden biraz da Çinlilere benziyorlar).

Carinanların son hükümdar hanedanı olan Xian-nee ailesi, Carinan tarihi boyunca yönetimi en uzun süre elinde tutan aile olmuştur. Bunun en önemli nedeni herhalde her aile üyesinin, kız yada erkek ayrımı yapılmadan (ki Carinanlar bu konuda gerçekten uzak doğulular kadar feodal bakışlılar) ailenin geleneksel dövüş teknikleriyle eğitilmesidir. Çoğu Carinan ailesinde buna benzer bir uygulama olsa da hiç biri Xian-nee'ler kadar etkili ve kapsamlı becerememiştir bu işi. Yine de dünya çapında bakıldığında kılıç sanatı ve silahsız dövüş konusunda Carinanlar teknik bakımından rakip tanımamaktadırlar ("10 adam gücünde" diye tanımlanan Rukk ırkı istisna sayılabilir).

Mimari yönünde yine bekleyebileceğiniz gibi Uzak Doğuluları anımsatan bir tarza sahip olsalar da Watcherların askeri yönden Carinan kültürüne git gide hakim olması nedeniyle çoğu şey "Marianlaşma" emaresi göstermeye başlamıştır. Yine de Carinanlar (Thulienlerle birlikte) tüm insan medeniyetleri içindeki en iyi müzisyenlere ve ozanlara sahiptirler ve Marianlardan bu konuda hala etkilenmemişlerdir.

Samarren:

Dünyanın doğusundaki tropik ve çoğunlukla kurak topraklarda yaşamakta olan Samarrenler, sağlam bir krallık olarak yönetilmekte ve dünyanın diğer topluluklarının aksine Marian kültüründen ve teknolojisinden uzak bir yaşam tarzı sürmektedirler. Buğday tenli ve ela gözlü ve kumral saçlara sahip olmaları dolayısıyla ve mistisizme yatkın olan kültürel yapılarıyla dünyamızın Orta Doğu ve Kuzey Afrika insanına benzemektedirler.

Marianların teknolojisine yada kültürüne uzak olmaları, diğer insanlarla tamamen kopuk oldukları anlamına gelmiyor. Örneğin yine önceki yazımda belirttiğim Spire adlı, dünyanın merkezi sayılan şehrin biraz açıklarında "Akademia Maxim" adlı "büyü" okulu var (büyü kelimesine neden o kadar dikkat çektim, sonra açıklayacağım) ve bu okul Marian ve Samarrenler tarafından ortak kullanılmakta.

Kısmen dünyaya açık olmalarına rağmen, Samarrenler genellikle kendi işlerini kendi yöntemleriyle çözmeye meraklı bir ırk ve bunu başaracak kaynak ve azme de sahipler.

Marianların sahip olduğu sıcağa duyarlılığın tersi Samarrenlerde soğuğa karşı duyarlılık olarak kendisini göstermiş durumda. Marianların Samarren kültürünü pek etkileyememiş, Samarrenlerin de Marianlar tarafından yönetilmekte olan "dünya"ya uzak kalmış olmasının nedeni biraz da bu fizyolojik (ve iklimsel) sınırlama. Watcherlar bile sıcak ve boğucu havaya sahip Samarren topraklarında gerçek bir güç olarak bulunamıyorlar. Her iki ırkın da sıcak veya soğuğa karşı olan bu yatkınlık-hassaslıkları bir birlik oluşturmalarını engelliyor.

Marianların askeri gücü ve teknolojisinden yoksun olan Samarrenler, bir de sürekli olarak güneylerindeki tropik kıtanın hakimi olan Syrenlerle bitmek bilmeyen bir savaş içinde olduklarından (savaşın nedenini Syrenleri incelerken anlatacağım), ellerindeki ve en iyi bildikleri yöntem olan "büyü"ye ağırlık vermişlerdir. Samarren soylularının çok büyük bir kısmı büyücü iken, zor iklim şartlarında yetişen Samarren askerleri de dayanlıklı ve yetenekli bireylerdir.

Diğer insan ırklarıyla aralarındaki farka rağmen Samarrenlerin tüm dünyaya pazarladığı önemli bir madde var: Cam. Samarrenler, kıtalarındaki çöllerin kumlarından dünyanın en dayanıklı, en net ve en pürüzsüz camlarını üretmekte ve bunu tüm dünyaya satmaktadır. Bazı Marian ve Thulien teknolojilerinde önemli bir öğe olan cam, bu ırklar arasında çok rağbet görmektedir.

İhracın haricinde, camın dayanıklılığını ve yüzyıllarca dökülen ter ile ulaşılan mükemmel işçilikle birleştirip, bu maddeyi hayatlarının çeşitli yerlerinde kullanmışlardır. Örneğin çoğu Samarren silahı camdan yapılmakta, pek çok soylunun saraylı ve kulesi camdan inşa edilmektedir.

Thulien:

İnsan ırkları içinde belki de en esrarengizi Thulienlerdir. Dünyanın güneyindeki adacıklarda sürekli hareket halinde bir göçebe hayatı süren Thulienler, kültürel sadece alan ama dışarıya çok sınırlı şey veren bir toplum olarak ün salmışlardır.

Kestane saçlı, açık yada esmer tenli Thulienler, dünyanın "çingeneleri" olarak adlandırılabilirler. Kimi Thulien soylarında kahinlik nesilden nesle geçen ilginç bir mirastır. Kurnazlıkları ve yaratıcılıklarıyla da bilinen Thulienler diğer ırklar tarafından en iyi ihtimalle garip, en kötü ihtimalle suç sayılan adetlere sahiptirler. Geleneklerine ve ailelerine Carinanlar kadar bağlı Thulienlerin asıl şaşırtıcı tarafı sahip oldukları anlaşılmayan teknolojidir.

Bir kaç yüzyıl öncesine kadar teknolojik olarak diğerleriyle aşağı yukarı aynı seviyede (belki de daha aşağıda) olan Thulienler, anlaşılmayan bir şekilde bir teknolojik sıçrama geçirmişlerdir. Ancak gariptir ki, şu anda kullanılan eski Thulien teknolojilerini kendileri bile anlamamakta, hatta bu teknolojilerin çoğunu ya kopyalayarak üretmekte yada hiç üretememektedirler.

Thulien teknolojisi, inceleme fırsatına sahip olmuş (ki Thulienlerin böyle birşeyi "paylaşması" pek olası iş değildir) Marian bilimadamları tarafından "elektrik" teknolojisinin keşfedilmesine ve son yıllarda gelişmekte ve yayılmakta olan radyo dalgaları ile iletişimin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Yine de bu tür açıklanabilir ve anlaşılabilir, pratik uygulamaların ortaya çıkmasına yardımcı olsa da, şu ana kadar nasıl işlediği hakkında kimsenin bir fikri olmadığı bazı Thulien icatları da vardır. Bunun en büyük örneği "Fırtına Avcısı" diye de bilinen Thulien uçan gemileridir. Kanat ve yelkenlerindeki ince teller ile fırtınalı havalarda havadaki elektriği emip içindeki haznesine hapsederek havada kalmayı başarabilen bu gemilerin ne yapıp da o elektriği gemiyi havada tutan bir güce çevirdiğini hiç kimse çözememiştir. Yapıldığı dönemde 50 kadar üretilen bu gemilerden geriye sadece 10-15 tane kalmıştır. Teknolojisini anlamaktan çok pratik kullanımına bakan Thulienler bu gemileri hırsızlık, yağma ve baskın için kullanarak dünyanın en "elit" korsanları sıfatına sahip olmuşlardır.

Her ne kadar bu tür "ahlak dışı" mesleklere sahip Thulienler olsa da, çoğu pasifist ve kendisine yada ailesine bağlı kişilerden oluşmaktadırlar. "Kabileler" halinde yaşayan Thulienler, bu toplulukları aileleri kabul etmişlerdir ve kan bağından öte, "kardeşlik" bağıyla bağlıdırlar.

Eveeet. Bu yazı da dünya çapında teknolojinin durumundan ve "büyü"den de bahsedecektim ancak çok uzadı zaten yazı. Teknoloji kısmını ırkları anlatırken aralara sıkıştırmaya çalıştım (hatta abarttım galiba), büyü konusunu ise bir sonraki yazı da açıklarım artık. Daha anlatılması gereken ırklar arasında Feyr, Rukk ve Syrenler var hem... Neyse, umarım sıkmamışımdır yada hikayenin havasını bozacak şeyler yazmamışımdır. Eleştirilerinizi ve fikirlerinizi belirtmeniz yarar sağlayacaktır. Bu kadar uzun bir yazıyı okuduğunuz için teşekkürler :)

İki yaşlı adam (p4)

Yanından geçen hizmetlilerin kendisine garip garip bakmalarına rağmen Viktor sabahtan beri kalenin avlusunda bir ileri bir geri volta atıyordu. Elindeki dosyaya bakarak yürümesine rağmen son 4 saattir aynı sayfayı okuyor gibiydi.

Aslına bakılırsa Viktor'ın canı sıkkındı. Kim bilir kaç yıldır efendisi Armand'ı korumakla görevliydi... Gerçekten, kaç yıl olmuştu? Watcher olarak görev yaptığı yılları pek hatırlayamıyordu artık. Küçük Dominic'e verdiği kılıç derslerini hatırlıyordu, efendi Armand'ın gemisine saldıran korsanları neredeyse tek başına savuşturduğu günü hatırlıyordu.

"İyice bunamaya başladın" diye söylendi kendi kendine. Elindeki kağıtlara dikkatini verdi bu sefer. Nasıl altından kalkacaktı bu işin? Hele tüm bu diğer olaylar olurken ve genç efendilerin haberi yokken nasıl ayrılacaktı bu kaleden.

Dikkatini tekrar kağıtlara çevirdi. Nasıl olacaksa olacaktı, bugüne kadar kendisine verilen görevlerin altından öyle yada böyle kalkmıştı. Yaşlılık bu iş kolunda bir bahane olmamalıydı. "Kanımızın son damlasına kadar; elimiz silah tutamayana kadar" Böyle yemin etmişti zamanında, bunu hatırlıyordu işte.

Kaşlarını çattı. Bu belgeleri gerçekten okuması lazımdı. Ne zaman batmıştı bu lanet güneş, yazanları göremiyordu ki.

Avludaki çeşmenin yanına bıraktığı diğer dosyaları da alarak kaleye girdi. Bu belgelerin hepsini okuyup sabaha kadar karar vermeliydi. Kendisine sessiz ve aydınlık bir nokta aramaya başladı. Yemek salonu bu saatte boştur herhalde diyerek o tarafa yöneldi.

Elinde dosyalarla yemek salonuna girerken hizmetliler ellerinde boş tabaklarla dışarı çıkıyorlardı, ama Viktor o kadar dalmıştı ki onları fark etmedi bile. Dosyaları yemek masasına bırakarak derin bir nefes verdi.

"Viktor?"

Efendi Armand'ın sesiyle irkildi. Armand yemeğini yeni bitirmiş kalkmak üzereydi ki dalgın dalgın salona dalan Viktor'ı görünce durup onun lafa girmesini beklemişti.

"Ah... Efendim, iyi akşamlar..."

Armand ayağa kalkmış ve kollarını kavuşturmuş sessizce bekliyordu. Karşılıklı bir sessizlikten sonra "Uygun adayları buldun sanırım Viktor. Ver bakalım dosyalarını, bir de ben göreyim"

Viktor bir an ne diyeceğini bilemedi. Yıllarca yanında görev yapıp, tabiri caizse birlikte yaşlandığı bu adamdan hala çekiniyordu.

"Eee.. Aslına bakarsanız efendim, hala uygun adayları seçemedim" sonra bir an duraklayıp az sonra söyleyeceklerinin uygun olup olmayacağını düşündü. "Aslına bakarsanız bu görev için uygun olduğumu sanmıyorum efendim. Naçizane fikrim bu aralar sizin yanınızda olmamın daha doğru olacağı yönünde."

Armand, her zaman olduğu gibi, sert sesiyle "Hayır" dedi "Oğullarımın emniyeti için başkasına güvenebilecek durumda değilim. Özellikle şu anda, ki durumun sen de farkındasın. Bu yolculuklarında onların başında olmanı istiyorum ve bu konuda başka itiraz duymak istemiyorum. Anlaşıldı mı?"

Hızla salondan çıkan Armand'ın arkasından fısıldarcasına "Emredersiniz efendim" diyebildi Viktor titrek sesiyle.