27 Ocak 2009

2500 yıl önce...

...Platon Devlet'te neler yazmış bir bakalım:

Thrasymakhos'a göre "erdem, güçlünün işine gelendir". Toplumu güçlülerin yönetmesi doğa kurallarına uygundur. Hak dediğimiz şey, zor kullanmaktan doğmuştur. Haklıyla haksızı kanunlar ayırır, kanunları yapanlarsa güçlülerdir. Nelerin yasak olup, nelerin yasak olmadığını zor kullanan güçlüler buyurur. Güçlünün ölçüsü sadece kendi çıkarıdır. Güçlünün çıkarı, uygarlığa erişememiş toplumlarda yumruk gücüyle, uygar toplumlarda kanun gücüyle sağlanır. Bu iki güç arasında hiç bir ayrılık yoktur. Her düzen, güçlünün işine geldiği gibi kurulur. Tek gerçek, güçlü olmaktır. Şu var ki, töre çenebazlarının yayıldığı yerlerde, haksızlığı ya büyük ölçüde başarmak ya da gizlice yapmak gerekir. Ayıplanan haksızlıklar küçük ya da hemen sırıtıveren haksızlıklardır. Toplumlar, büyük ölçüde başarılan haksızlıkları alkışlarlar. Haksızlık etmek, başarı sağlar, kazanç sağlar. Bunun için de haksızlık etmek, "iyidir".

Thrasymakhos, Sokrates'i ürküten o saldırışıyla, bu düşünceyi şöyle savunuyor: Ey Sokrates, nedir bu sizin deminden beri ettiğiniz boş sözler? Karşı karşıya geçmiş, budalaca sorular, karşılıklarla birbirinizin önünde yerlere yatıyorsunuz. Doğruluğun ne olduğunu gerçekten öğrenmek istiyorsan, yalnız sormakla kalma, başkalarının verdiği karşılığı da alkış toplamak için çürütmeye kalkma. Sormak, karşılık vermekten kolaydır. Sen de karşılık ver bakalım söylenene, neymiş sence doğruluk? Sana kalırsa çobanlar, koyunlarla öküzleri, efendilerinin ve kendilerinin yararına değil, koyunların öküzlerin yararına beslerler. Sence, kentlerin başındaki yönetmenlerin de, sürülerin başındaki çobanlar gibi gece gündüz düşündükleri kendi işlerine gelen değildir. Sen, doğruyla doğruluğu, eğriyle eğriliği anlamaktan çok uzaksın, bunu bilmiyorsun. Doğrulukla doğru, aslında bir başkası için yararlı olan, güçlünün, yönetenin işine yarayan şeydir; güçsüzün, yönetilenin de zararınadır. Eğrilikse tam tersine. Güçlü, üstün olduğu için, yönetilenler güçlünün işine geleni yaparlar. Kendi mutluluklarını değil, onun mutluluğunu sağlarlar.

Sen saf bir adamsın koca Sokrates. Şunu anlamalısın ki, doğru adam, her işte, doğru olmayanın karşısında zararlı çıkar. Bir doğruyla bir eğri ortak olsa, bu ortaklığın sonunda, zararda olan hep doğrudur. Doğru adam çok, eğri adam az vergi verir. Almaya gelince iş tersinedir. Doğru adam az, eğri adam çok alır. Bir eğriyle bir doğru yönetimin başına geçtiler mi, doğru, kendini işe vereceğinden evine bile bakamaz olur. Doğruluğu onun devlet malından faydalanmasına engeldir. Üstelik de, hep doğru kalmak yüzünden, hısımlarını gücendirir. Sen eğriyi gözünün önünde tut ki, doğru olmamanın insana neler kazandıracağını anlayasın. Bunun da en kısa yolu eğriliği sonuna kadar götürmektir. Öyle bir eğrilik düşün ki, onu yapanı mutluluklara ulaştırıyor. Gördüğü haksızlığa rağmen onu yapmayanı sefil, perişan ediyor. İşte böylece sonuna varan bir eğrilik, zorbalık dediğimiz düzenin ta kendisi olur. Zorba, başkalarının mallarını azar azar değil, zorla, toptan alır; bu mallar ister Tanrıların olsun, ister devletin. Oysaki, onun yaptığını yapan bir küçük adam ceza görüp rezil olurdu. O küçük adama hırsız denir, soyguncu denir, yağmacı denir. Ama yurttaşlarının mallarına el sürmekle kalmayıp onları köleliğe de sürükleyen kimseye bu adlar verilmez. Yalnız kendi yurttaşları değil, eğriliği sonuna kadar vardıran bu adamı bilen herkes, ona, muradına ermiş mutlu bir adam diyecektir. İnsanlar eğriliği, eğri yapmak korkusundan değil, eğriliğe uğramak korkusundan ayıplarlar.

Görüyorsun ya Sokrates, sonuna varan bir eğrilik bir adama böylece doğruluktan daha çok yaraşır. Eğri adam bu yüzdend aha güçlü, daha efendi olur. Başta da söylediğim gibi, doğruluk, güçlünün işine gelendir; eğrilikse,kendimize yararlı olan, kendi işimize gelendir.

26 Aralık 2008

Doctor Who Christmas Special 2008: The Next Doctor (!!!)

Üst üste iki yazı birden? Aman tanrım! Ama Doctor Who bu, her türlü garip olaya sebep verebilir.

Aylardır beklediğim Doctor Who yeni bölümü sonunda gelebildi. 2009 boyunca yeni sezon olmayacağı, sadece 5 özel bölüm yapılacağı ve 2010'da da David Tennant'ın diziden ayrılacağı (FFFFFFFFFFFU-) düşünülürse ne bulursam kapmaya hazırdım zaten.

Eski Doctor Who'ları hiç izlemedim (ve bulamadım da. İlk sezonlar BBC arşivlerinde bile yok diyolar. Adamlar 70lerde "eeeh neyimize yarayacak ki ilerde" diyip yer açmak için yakmışlar ya dizi kayıtlarını :|) ama 2005'te başlayan (daha doğrusu devam eden?) Doctor Who serisi şu ana kadar hayatımda izlediğim en iyi fantastik dizi sıfatını çok rahat taşır. 1. sezonda Christopher Eccleston ve devamında David Tennant'ın başrolünü oynadığı, Rose Tyler (Billie Piper) gibi, Martha Jones (Freema Agyeman) gibi, Captain Jack Harkness (John Barrowman) gibi karakterleriyle muhteşemliğine muhteşemlik katmış bir seridir ve fantastik kurgudan hoşlanmayanların bile sırf oyuncuların rol kabiliyetleri ve senaryonun muhteşemliği için izleyebileceği bir dizi.

Dizi o kadar kaliteli ki beni bile duygulandırabilecek seviyede (ki şu ana kadar sadece Name of the Rose'un sonunda gözlerim yaşarmıştır). Blink adlı bölümü BAFTA kazanmış ama film olsa Oscar alırdı, Amerikan dizisi olsa Emmy alırdı, ben de bir ödül verebilirdim hatta. 3. sezonun son üç bölümü (Utopia, The Sound of Drums ve özellikle muhteşem sonuyla Last of the Time Lords), yine üçüncü sezondan Human Nature ve The Family of Blood'dan oluşan kısım, önceden bahsettiğim Blink, ikinci sezonun final bölümleri Army of Ghosts ve Doomsday ve son olarak dördüncü sezonun son üç bölümü Turn Left, The Stolen Earth ve Journey's End dünya dizi tarihinde bi şekilde yer etmesi gereken bölümlerdir. Bazen öyle şeyler oluyor ki Lost'ta öyle olay göremezsiniz yani (Lost'u da unutturdular iyice ya... Neyse hiç girmeyeyim o konuya).

Başta dediğim gibi en iyi fantastik dizi Doctor Who, en iyi Sci-fi Drama BSG (2003 elbette) olsun, herkes izlesin oah desin. BSG final bölümlerini de versinler artık, fitil etmesinler adamı. ComicCon röportajlarıyla gazladılar iyice zaten... sezona 7-8 ay ara vermek ne ya arkadaş ya :|.

Neyse, asılın torrentlere!

Zeitgeist the Movie + Zeitgeist: Addendum


Son yazıyı yazdığım akşam oturdum, izleyeyim şu filmi artık dedim. Tee ünideyken okulda gösterimi yapılmıştı kaçırmıştım, sonra torrentten indirmiştim (ki offical torrentleri var) öyle kalmıştı. Neyse özetle 1 yıldır izliycem diyorum ama yapıcam diyip yapmadığım şeyin haddi hesabı olmadığından...

Filmin içeriği nedir hiç duymamış olanlar için bir iki kelime bahsedeyim. Zeitgeist the Movie, 9/11 olayları ile "gündeme gelen" terörle savaş saçmalığının altındaki gerçekleri belgelerle anlatan bir belgesel. Terörle savaş adı altında dayatılan şeyleri, bu savaşın (ve geçtiğimiz yüzyıl içindeki tüm savaşların) asıl gerekçelerinden bahseden, dinin ve devletin insanlığın özgürlüğü karşısında nasıl bir ilüzyon duvarı kurduğunu anlatıyor ve çoğu konuda da altı belgeli olarak iddialarını destekliyor.

Filmin ilk bölümünde (giriş bölümü değil, Part I kısmı) günümüzde hakim olan tek tanrılı dinlerin hepsinin nasıl tamamen pagan inançlarından alıntıları yaparak devasa bir yalan ağı kurulduğu, ikinci bölümde 9/11 olaylarının nasıl içeriden yapılmış göstermelik bir operasyon olduğunu (binaların uçak çarpmasıyla o şekilde yıkılmasının fizik kurallarıyla imkansızlığı ve her kata tek tek bomba yerleştirilmeden binaların çökemeyeceğini gösteren belgeler örneğin) anlatıyor. Üçüncü ve son bölümde ise işin ekonomik kısmına değiniyor ki bu konuyu Zeitgeist: Addendum adlı, yeni çıkan filmde daha detaylı açıklamışlar.

Zeitgeist: Addendum ilk filmin bıraktığı yerden devam ediyor ve Amerikan ekonomisinin işleyişi hakkında çok temel bilgiler vererek FED'in (Federal Reserve System/Amerikan Merkez Bankası sistemi yani) ve buna bağlı olarak World Bank ve IMF'in nasıl ülkeleri borca sokarak kendisine bağladığını, Economic Hitmanlerle ülke yöneticilerini tehdit edip bu ülkelerin kaynaklarını kendi istedikleri şekilde kontrol ettiklerini anlatıyor. Hatta bir eski bir Economic hitman ile yapılan röportajda Güney Amerika'da son 60-70 yıl içinde çıkan savaşların, darbelerin neredeyse tamamının bu gruplar tarafından bilinçli olarak çıkartıldığı, Ecuador, Panama ve Venezuella gibi ülkelerde ekonomik tehdit işe yaramayınca kiralık katiller yollandığı anlatılıyor. Bir benzerinin Saddam yönetimindeki Irak'a İKİ defa yapıldığından ve her ikisinde de ekonomik tehdit ve katiller işe yaramayınca Amerikan ordusunun devreye girip ülkeyi işgal ettiği açıklanıyor.

İki paragrafta filmleri anlatmış gibi oldum ama içerikte bu dediklerimden çok daha fazlası mevcut, o yüzden ikişer saatlik bu iki belgeseli herkese tavsiye ediyorum. "Biliyoruz bunları ya" demeyin, ben de biliyordum anlatılan çoğu şeyi ancak adamlar dediklerinin altını belgelerle destekleyince olayın vuruculuğu bir başka oluyor.

Bari torrentleri de vereyim, aramayın:

http://www.mininova.org/tor/1628351 (Zeitgeist the Movie)
http://www.mininova.org/tor/1900850 (Zeitgeist: Addendum)

"O kadar ingilizcem yok" diyenler divxplanet.net'te türkçe altyazılarını rahatlıkla bulabilirler (onun da linkini verdirmeyin artık :)).

24 Aralık 2008

Wait... what?

Son yazıdan beri 105 gün geçmiş. Bir yılın üçte biri falan yani. Kullanılması gereken ifade "püüüüüüü"dür sanırım bu rezillik için.

Bu kadar zamandır neden yazı yoktu? Her zaman ki sebepler işte; üşengeçlik falan filan. Peki bu sürede neler oldu? Yüksek lisans yalan oldu, iş arandı, bulunamadı, daha çok arandı, tekrar bulunamadı, daha daha çok arandı, bulundu, kısa sürede ayrılındı, tekrar işsiz statüsüne dönünce araya bayram falan filan da girince iyice bünye salındı. Hoş şeyler değil tabi bunlar.

Neyse sıkıcı kısım atlatıldığına göre diğer detaylara gelelim. Yine bol bol film, dizi falan izlendi ama spesifik olarak şu çok süperdi diyemiyorum (niye diyemiyorum bilmiyorum... o kadar etkileyici bir şeye denk gelmedim herhalde).

Netten çok pis DoW ve Starcraftlar döndü. Sonra araya iş miş girince bırakıldı nedense (cidden neden sc oynamıyoruz biz?). Kongregate(.com olan)'teki mud and blood 2 adlı oyun sayesinde inanılmaz TF2 gazına gelindi, fellik fellik orijinal orange box arandı ama bulunamadı (evet, İstanbul'un tamamını aradım, yok. YOK!). Tekrar korsan TF2ye başlandı, "Bu da kurtarır ya :)" diyerekten hala oynanmakta.

Biten Flatworld campaigninin ardından (neymiş? inat adamı öldürürmüş.) yeni bir Atlantis campaignine başlandı ve hala devam etmekte. En son bütün grup dağılmış ve baygın, grubun doktoru ise hastanelik halde olmak üzere son seansı bitirdik. Önümüzdeki oyuna görürüz bakalım kim saldırmış, ne olmuş.

Bu arada dikkatimi çekti, setting ne olursa olsun, grup içindeki "gruplaşma"lar da, tartışmalar da hep aynı kişiler arasında oluyor. Taze kan lazım aslında araya biraz... (Ah kml ah.)

Burada devam ettiğim hikayeye ise devam etme konusunda çekinceliyim. Konunun nasıl devam edeceğini bilsem de biraz fazla uzak kaldım hikayeden (eşekkafalı ben evet). Zaman gösterecek devam eder miyim etmez miyim.

Ah son olarak, evimizin nüfusu +1 Kedi olarak arttı. Tılsım isimli bu şahıs standart kedi davranışları pek göstermiyor olsa da (suda oynamayı seven kedi mi olur ya O_o) azgınlık seviyesini minimumda tutmayı başarıyor. Bi de miyavlamayı becerebilse tam olacak.

Neyse işte, durum raporu bu, uzatmanın alemi yok. Şu geçen tutulduğum 2 haftalık grip haricinde pek bi sorunum da yok gibi. Budur.

10 Eylül 2008

Bir nefes (p.10)

Anton dürbünü indirdi ve gözlerini kısarak şu anda ufacık gözüken hedeflerine baktı. Taçzirvesi (Crownpeak)’nin dağlarını dürbünsüz görebiliyordu artık. Kafasında mesafeyi hesaplamaya çalışırken dalgınca döndü ve neredeyse yerde yatan Kuduz’a takılıp düşecekti.

Kuduz gemiye adım attıklarından beri peşinden ayrılmamıştı. Bir haftadır gemideki herkesin ya birilerinin peşinde yada bir başkasından kaçmakla meşgul olduğu düşünülürse pek de garibine gitmiyordu köpeğin bu davranışı.

Harrun Mavi’nin peşinden ayrılmıyordu. Daha doğrusu kadına yaklaşabilmek için fırsat kolluyordu ama Feyr’in hiç kimseye yüz vermeyen tavırları nedeniyle bu çabalar boşa gibi geliyordu Anton’a. Yusuf ise pek ortalarda değildi. Bir kaç gün önce Kuduz’u peşinden alması için Yusuf’u aramıştı ama bulamamıştı. Ancak daha bu sabah güvertenin öbür ucunda kendisiyle karşılaştığında baharat deposuna düşmüş gibi koktuğunu fark etmişti.

Baharat demişken... Şu “Doktor” denen yaşlı adam neredeydi? 1 haftadır aynı gemidelerdi ve hiç karşılaşmamışlardı. Tam yerine oturtamıyordu ama adamda sinirine dokunan bir şey vardı.

Taze deniz havasını içine çekerek düşüncelerini dağıttı. Taçzirvesi’ne herhalde yarın akşama kadar varmış olurlardı ve şehirde yapılacak işleri Viktor’la bir konuşsa fena olmayacaktı. Kesin şehire inmelerine izin vermeyecekti ama ayağını toprağa basmadan yola devam etmeye hiç niyeti yoktu Anton’un.

Alt güverteye inen kapıyı açarken Kaptan Skarla’nın tayfalara bağıran sesini fark ederek gülümsedi. Dom şimdi nerede saklanıyordu kim bilir.

Dominic günlerdir Kaptan’a yakalanmamak için geminin olmadık yerlerine kamp kuruyordu. Şu anda ise geminin ambarındaki bir eşya dolabının yanında kestirmekteydi. Aslında uyumaktan çok düşünüyordu.

İlk gece Anton kendisini o kadar sık boğaz etmişti ki, küçük kardeşine Skarla ile aralarındaki bu ufak “tatsızlığı” anlatmak zorunda kalmıştı.

Skarla ile yıllar önce, evden kovulduğu ilk yıl tanışmışlardı. İkisi de bir gemide tayfa olarak çalışıyorlardı. Bu hayata yavaş yavaş alışmaya başlamasına rağmen aklındaki tek hedef sevgilisi Ariel’i bulmaktı. Bir kaç ay boyunca uğradığı her limanda onu aramış, A’luminarlarla bağlantısı olabilecek herkesle konuşmuş ama hiç bir şey öğrenememişti. Skarla ile aralarındaki diyalog da bu şekilde başlamıştı zaten.

Skarla’nın ailesi bir A’luminar malikanesinde hizmetçi olarak yaşıyordu ve o da böyle bir malikanede büyümüştü. Dominic’in aradığı bu kızı tanımıyordu ama bu genç adam çok hoşuna gitmişti ve hoşuna giden şeyleri elde etmek gibi bir alışkanlığı vardı Skarla’nın.

Gerisini düşünmek başını ağrıtmaya yetiyordu Dom’un. Skarla başını döndürmüş, yıllarca birlikte girmedikleri pislik kalmamıştı. Skarla onun bir Sang-Argent olduğunu biliyordu, yeterince kavga dövüşe girip kan dökmüşlerdi birlikte, ama Armand Sang-Argent’in oğlu olduğundan hiç bahsetmemişti.

Bir noktadan sonra Dominic’in aklı başına gelmiş ve kendisini takıntı haline getiren bu kadından uzaklaşmanın bir yolunu aramaya başlamıştı. Skarla güzeldi, akıllıydı falan ama... Heh... Sonunda Avcılara katılmasına sebep olacak kadar da deliydi. Aslında tekrar karşılaştıklarından beri biraz daha sakin gözüküyordu. Bir haftadır hiç bir şey havaya uçmamış, gemi batmamış, “yanlışlıkla” bir Feyr korsan filosuna rastlanıp bütün yolcular öldürülmemiş hatta gariptir, daha malikanedelerken bir gümüş çatal bile çalınmamıştı. Tabi şu ana kadar bir sorun çıkmamış olması içini rahatlatmaktan çok daha da canının sıkılmasına neden oluyordu; Skarla daha büyük bir şey peşinde olabilirdi.

Yine de bunları Anton’a anlatınca, uzun süre gülmüş olmasını es geçersek, o kadar da garip karşılamamış olması üzerinden bir yük kaldırmıştı. Bu yaptıklarını babası duysa, aile adına leke sürdüğü için bizzat kafasını kopartırdı herhalde.

Babasının düşüncesi yarı uykulu halinin kaybolmasına yetmişti. Gözlerini açtı ama ambar neredeyse zifiri karanlıktı. “Herhalde gece oldu” diye mırıldandı ve yerinden doğruldu. Gürültülü bir şekilde esnemek üzereydi ki yatmakta olduğu kolilerin hemen arkasında ses çıkartmadan yürümeye çalışan birinin varlığını hissetti. Eli bıçağında yavaş yavaş ayağa kalktı ve kolilerin arasındaki boşluktan gelen zayıf ışığı fark etti.

Ancak iki adam seçebiliyordu baktığı aralıktan. Adamların birinin elinde bir gaz lambası vardı. İki büklüm duruşuna bakılırsa o yaşlı doktordu bu. Diğer adamın ise arkası dönüktü ama siluetine bakılacak olursa üzerinde bir zırh vardı. Aralarında ne konuştuklarını duyamıyordu ama bu kadar gizliliğin altından iyi bir şey çıkmayacağı kesindi.

Kafasını çevirip kulağını dayadı boşluğa Dominic. Yaşlı adamın “Peki ya ücretim ne olacak?” dediğini duyabildi ancak bunun hemen ardından gelen kınından çekilen kılıç sesine tepki gösterememişti. Doktorun inleyerek yere düşen bedeni ve hızla uzaklaşan ayak sesleri yeterince geç kaldığının göstergesiydi. Ayak sesleri yeterince uzaklaşınca kolilerin etrafından dolanıp yerde hareketsiz yatan adamın başına geldi. Eliyle nabzını kontrol etse de etrafın kan içinde olması tek bir şeyin işaretiydi. Boğazından darbe alan adam o anda ölmüştü zaten. Derin bir nefes verip yüzünü buruşturan Dominic yaşlı adamın gözlerini kapattı.

Son yıllarda yeterince ölü gördüğü için (ve bir kısmı da kendi eliyle olduğundan) Dominic duruma olabildiğince soğukkanlı yaklaşıyordu ama yine de elleri titriyordu. Adamı öldüren katilin kimliğini bulmak şu anda en önemli şeydi. Yaşlı adamın ceplerini aramak en doğru şey olacaktı herhalde.

Daha ceketindeki ilk cebe elini atmıştı ki adamın üzerine sinmiş olan kokuya odaklandı. Sürekli birşeyler kokuyordu bu adam fakat bu konu tanıdıktı. Skarla’yla üç sene önce bir depo dolusu buldukları bitki gibi kokuyordu bu. O kadar yoğundu ki koku, ikisi de bir ay boyunca hasta yatmışlardı bitkileri elden çıkarttıktan sonra.

“İyi de neye yarıyordu ki o bitki...” diye düşünürken o sırada adamın cebinden çıkarttığı, kokunu kaynağı olan bitkinin yaprağını burnuna yaklaştırdı. Bunu yapmasıyla gözlerinin faltaşı gibi açılıp yere devrilmesi bir oldu. Bilincini kaybetmeden önce dudaklarının arasından tek bir kelime çıktı fısıltıyla; “...zehir”.

22 Ağustos 2008

Baş vura vura beyin hücrelerini öldürmek

Tecil işlerim de bitti, yüksek lisans başvurularım da bitti. Eylül'ün ilk günü itibariyle mülakatlarım olsa da önümüzdeki hafta boyunca sanırım rahatım. Hikayenin devamı o arada gelebilir yani.

Aslında hikayeden çok kafamın içinde sağa sola çarpan başka düşünceler var bu aralar. Çok sık yazmayacağımı söylemiş olsam da arayı bu kadar açmak istemiyorum hikayeyle. Nasıl devam edeceğimi bilsem de oturup dümdüz yazmak pek yapıcı olmayacaktır sanırım. Neyse...

Settingi kurcalaya kurcalaya bozma çalışmalarım bir tarafa, son zamanlarda ne haltlar yedim onları sayayım:

1- Wall-E izledim. MUHTEŞEM! HDDVDsini bulup edineceğim, o kadar güzel. Bilen bilir, işim olmaz orijinal dvdyle falan. O derece evet.

2- Casino Royale izledim. Evet Bond (James Bond diye devam edicem sandınız değil mi? yoooo... yoooo...). Sağdan soldan aldığım izlenimler pek iyi değildi ama izleyince fark ettim ki, gelmiş geçmiş en iyi bond filmlerinden birisiymiş. Quantum of Solace gelicekmiş bi kaç ay içinde, görelim bakalım. Bond gazı ise geçen gün bütün Bond filmlerini indirmiş olmamdan geliyor. Hmmm, dvd content.

3- Mülakat için çalışmalar yapıyorum. Aslında aktif olarak bi çalışma yapmıyorum ama daha dikkatli bakıyorum bazı şeylere. Ha bu arada İletişim fakültesinden Bilişim bölümüne ve İİBF'den Uluslararası İlişkiler bölümüne kayıt yaptırdım. O_o diye ekrana bakmayın diye diyorum.

4- Hala UT3 oynuyorum. Nasıl bir lanettir bu UT'lerinki anlamadım ki...

5- Stargate Atlantis bu sezon bitiyormuş hüzünlendim (aslında iyi oluyo, saçmalamaya başlamışlardı), 1 ay içinde Heroes, House, Grey's Anatomy, Terminator: Sarah Connor Chronicles, Prison Break, Fringe (ki pilot bölümünü izledim, yorumum: eh...), Knight Rider (pilotunu izledim, yorumum: öeyyyy... ama izlerim ben bunu) ve Family Guy başlayacak. Lost isterim, Reaper isterim.

6- Sürekli indirecek şey kalmadı diyorum ama mutlaka aklıma yeni birşeyler geliyor. Saçmalayıp Bob Ross'un bütün bölümlerini (hani eskiden trt'de verilirdi, muhteşem ressam amcamız. 33 sezon bu arada :)) Gilmore Girls (ne var? gayet geyikti!) mü indirsem bile dedim.

7- Onu bunu geçtim de... Starcraft 2 çıksın artık yeter be!

Anyway, bu kadar yeter sanırım. Yakında hikayeyle geri dönüş yapmayı umuyorum. Adios!

13 Ağustos 2008

Reporting in

Son 1 haftadır diploma, askerlikten tecil işlemleri vs ile uğraşmaktan pek ilgilenemedim burayla. Önümüzdeki hafta da yüksek lisans kayıtlarıyla falan uğraşmakla geçecek sanırım. Bürokrasiden nefret ettiğimi belirtmiş miydim önceden?

Vaktim olmadığından değil ama kafamı toplayamadan doğru düzgün bir şey yazamıyorum. Şu anda bile, sabah bütün işlerimi halletmiş olsam bile kafam kazan gibi. Ancak önümüzdeki iki gün içinde yeni bir yazı ayarlayabilirim sanırım. Göreceğiz.

Ha bu arada Oz izlemeye başladım. Şahesermiş gerçekten. Neden önceden izlemedim ben bu diziyi ya?

07 Ağustos 2008

İlk adım (p9)

Yağmurdan ıslanan giysilerini değiştirmek için odasına çıkan Anton şimdi elinde haritalar ve notlarıyla yemek salonuna doğru koşturuyordu. Babası Anton’dan adamlara görevi ve rotalarını anlatmasını istemişti. Hala tam hazır değildi ama...

Tam paldır küldür merdivenlerden aşağı inecekti ki alt katta, yemek odasının kapısının önünde konuşmakta olan iki Samarren ve Dom’u gördü. Bu mesafeden ne konuştuklarını duyamıyordu ama, önceden de şüphelendiği gibi, abisi ve bu iki adam bir şekilde tanışıyorlardı.

İki Samarren de hava kısmen sıcak olsa da üşüyor gibiydiler. Hele bu boğucu fırtınalı havada adamların giydiği kalın, deri giysileri giymenin ne kadar rahatsız edici olacağını düşündü Anton. Ama her ikisi de oldukça rahat gözüküyordu, alışmışlardı herhalde.

Fısıldayarak konuşmakta olan üçlüyü duyabilmek için yavaş yavaş merdivenlerden inmeye başlayan Anton, Samarrenlerin kurttan bozma köpeği Kuduz’u unutmuştu. Merdivenlerin gölgesinin düştüğü bir köşede yere uzanmış olan devasa hayvan, sinsice yaklaşmakta olan genç adamın varlığını hissedince kafasını kaldırdı.

Anton merdivenleri geçip, duvar kenarından yavaş yavaş ilerleyerek konuşmaya dalan gruba yaklaşırken; Kuduz yattığı yerden kalkmış ve cüssesinden beklenmeyecek kadar sessiz bir şekilde dikkatini çeken bu adamı takibe almıştı.

Konuşulanları duyabilmek için bütün dikkatini fısıltılara veren Anton, bir anda poposunu dürten ıslak bir burun temasıyla yerinden sıçradı. Elindeki bütün parşömentleri etrafa saçması, değil adamların, devasa holün öbür ucundaki hizmetçilerin bile kendisini fark etmesine sebep olmuştu.

Kuduz parlak ve garip bir şekilde meraklı bakan gözleriyle bu kırılgan insanı süzüyordu. Hayatının çoğunu efendileri gibi kaba saba tipler arasında geçirmiş bir hayvan için enteresan bir tipti. Kafasını hafifçe yana yatırarak kendisine bakan bu adama aynı ifadeyle karşılık verdi.

Bu sırada Dominic kardeşinin yanına geldi ve hafif bir öksürükle köpek ile aralarında sürdürdükleri bu bakışma oyunun sona erdirdi. Arkasını dönüp abisini gören Anton, önce tek kaşını kaldırarak aklındaki onlarca soruyu kendisine yöneltmek üzereydi ki, holün öbür ucundan hızlı adımlarla yaklaşan Viktor’u gördü.

Dominic’in gözlerinin içine bakıp “bu konuda konuşacağız” mesajı verdikten sonra, yere dökülen parşömentleri toplamaya başladı. Kendisini izleyen köpeğin yerde kitaplardan birisini burnuyla ona ittirmesi ise garibine gitse de, daha sonra cevaplanması gereken sorulardan birisi olarak sınıflandırılarak o an için es geçildi.

* * * * *

Viktor adamları ve iki kardeşi yemek odasına toplamış, hepsini bir yere oturtmuş (ki Rukk için uygun sandalye bulunamadığı için kendisi yerde oturuyordu), masanın etrafında turluyordu.

Anton, Dominic ve iki Samarren arasında manalı bakışmalar dönüyor ama hiç biri ağzını açmıyordu. Sonunda adamlardan uzun saçlı olanı, tam karşısında oturmakta olan Anton’a elini uzattı.

“Efendi Anton, tanışalım. Benim adım Harrun. Bu yanımdaki de kan kardeşim Yusuf” dedi garip bir aksanla. Yusuf bir şey söylemese de başıyla hafif bir selam verdi oturduğu yerden. Bu arada uzatılan ele bir saniyelik tereddütle bakan Anton, sonunda adamın elini sıkarak karşılık verdi.

“Memnun oldum Harrun” dedi mükemmel bir Samarren ağzıyla. “Abim sizin yetenekli savaşçılar ve onurlu adamlar olduğunuzdan bahsetmişti” diye ekledi adamın elini bırakmadan.

“Dominic de bir Marian için fena de...” derken bir anda durdu Harrun. Boş bulunmuştu ve Anton’un suratındaki şeytani gülümsemeyi gözden kaçırmıştı. Bir şeyler demeye çalıştı ama sonunda sadece yenilgiyi kabul ederce bir gülümsemeyle yerine oturdu. Anton ise yüzündeki gülümsemeyi bozmadan yanında oturan abisine döndü ama Dominic’in gözleri ve yüzü tek bir şey diyordu “Sakın... Sakın ağzından birşey kaçırma!”

İlk bakışta etrafındaki konuşmalara aldırmıyormuş gibi gözlerini kapamış halde, sandalyesinin arka ayakları üzerinde ileri geri sallanmakta olan Feyr kadın bütün bu konuşmaları dikkatle dinlemekte ve kafasının içinde notlar almaktaydı. Bu ufak “gezi”ye rehber olarak katılmıştı ama normal ücretinin üstünde bir şeyler kopartmasını sağlayacak bilgiye sahip olmaktan zarar gelmezdi.

Abisinin yalvaran gözlerinden kurtulmak için karşısında oturan iki Samarren’e dönen Anton ortamdaki soğuk havayı dağıtmak için önce hafifçe öksürdü sonra Harrun’a dönerek söze başladı.

“Umarım uzun gemi yolculuklarına alışkınsınızdır beyler, çünkü şu anki rotaya göre uzun bir süre kara yüzü göremeyeceğiz” dedi. Harrun ve Yusuf sessizce onaylar şekilde karşılık verdiler. “Ancak şunu da önceden belirteyim, bu gemi alışkın olduğunuz gemilere pek benzemez...” diye devam ediyordu ki Dom lafa daldı. “Argentium’la gitmiyoruz küçük kardeş” dedi sesinde garip bir tınıyla.

Anton ani bir hareketle Dom’a döndü. Dom bir şey söylemedi ama gözleriyle masanın etrafını turlayan Viktor’u işaret etti. Anton aynı hızla odanın diğer ucundaki Viktor’a döndü. Daha soruyu sormadan Viktor “Efendi Armand’ın Argentium’a başka bir yerde ihtiyaç duyuyor. Size ihtiyaçlarınıza uygun başka bir gemi ayarladı” dedi sakince.

Kaşlarını çatarak, istediği oyuncağı alamamış bir çocuk gibi koltuğuna gömüldü Anton. Bütün rotayı Argentium’a göre çizmişti. Buna nasıl bir mazeret uydurabileceğini düşünürken aklına gelen başka bir sorunla Dom’a döndü. “Argentium’u alamıyorsak, Kaptan Will’de yok demektir. O zaman...” dedi. Dom kafasını sallayarak onaylamakla yetindi. Onun aklında kaptandan ve rotadan önemli başka sorunlar vardı şu anda.

“O zaman... Yeni kaptan kim?” dedi kendi kendi Anton. Karşısındaki Harrun “Yanlış hatırlamıyorsam...” dedi “Scar yada Skar gibi birşeydi adı. Sabah geldiğimizde tayfalar aralarında konuşurken duymuştum”. Anton sesli olarak cevap vermese de yüzünü buruşturmasından böyle saçma sapan isimli bir adamdan pek de düzgün bir kaptan çıkmayacağını düşündüğü belliydi.

Tam bu sırada salonun kapısı neredeyse çarparak açıldı ve bütün kafalar kapıya doğru döndü. Gelenler Armand ve beyaz gömlekli, kırmızı bandanalı, siyah deri ceketli genç bir saçlı bir kadındı. Kızıl saçları nedeniyle Thulien olduğu yüzlerce metre öteden anlaşılabilirdi.

Odadakilerin ilk tepkisi genel olarak normal seviyede bir şaşkınlıkken, kapıyı görebilmek için sandalyesiyle arkaya yaslanan Dominic neredeyse yere düşecekti. Dengesini kaybetmeden önce sandalyenin kolunu yakalayan Anton, abisinin suratında güzel bir kadınla karşılaşan bir adamın ifadesini değil, tanıdık ve büyük ihtimalle çekindiği birini görmüş olmanın verdiği dehşeti gördü.

Masanın çevresindekiler aralarında yada kendi kendilerine mırıldanırken Armand ve kadın masanın başındaki yerlerini aldılar. Şaşkın bakışların nedenini açıkça görebilen Armand sözlerine “Bu genç hanım, kaptanınız Skarla ve...” diye başladı.

Dominic gözlerini ve dişlerini sıkarak “Kahretsin!” diyebildi sadece. Bu sırada bir abisine bir de kaptana bakmakta olan Anton, Skarla adlı bu kadının dik dik Dominic’e baktığını gördü. Bir ara Dominic ve kadının göz göze geldiğini, kadının pek çok şekilde yorumlanacak bir şekilde abisine göz kırptığını da yakalamıştı. İki Samarren avcı, bir Thulien kaptan... Bu Dom kimlerle takılmıştı son yıllarda böyle. Ama konu buysa, babaları gerçekten Dominic’in bu tiplerle aynı çevrelerde takılmasını iyi karşılamazdı. Evlatlıktan reddedilmiş olsa da Dominic hala bir Sang-Argent’ti ve ailenin de korunması gereken bir onuru vardı.

Bu sırada babası konuşmaya devam etmişti. Zaten bildiği şeyleri söylüyordu büyük ihtimalle. Ancak babasının şu sözü dikkatini çekmişti ve kocaman açılmış gözlerle babasına bakmasına sebep olmuştu: “Bu yolculuğun başında yardımcım Viktor olacak ve kararları o verecek”.

Bu kadar da olamazdı! Bir sinirle ayağa kalktı ve ellerini masaya koyarak babasının yönünde eğildi. Masadaki herkes ona bakıyordu ama Anton’un açık ağzından tek kelime çıkmıyordu. Zaten ne diyecekti ki? “Bunu kabul etmiyorum baba!” mı diyecekti? Peh!

Bir dakikaya yakın bir süre babasına bu ifadeyle baktıktan sonra derin bir nefes vererek arkaya kayan sandalyesini çekip yerine oturmak için davrandı. “Hazır ayağa kalkmışken şu rotadan bahset bakalım evlat” dedi Armand ve Anton donup kaldı. Gözlerini kısarak babasına baktı ve “Elbette babacığım” diyerek önündeki parşöment ve haritaları açmaya başladı.

* * * * *

İki gün geçmiş ve fırtına durulmuştu. Bu iki gün boyunca Dominic’i hiç bir yerde görememişti Anton. “Yine bir yerlerde içiyordur” diye düşünmüştü ve pek kafasına takmamıştı ama Dominic ve bu adamlar arasındaki muhabbetin aslını öğrenmek için de yanıp tutuşuyordu.

Şato içinde geçen iki gün boyunca Harrun ve Yusuf’la bir kaç kere karşılaşmış, adamları biraz daha iyi tanımıştı. Görünüşe göre ikisi de Avcılar Loncasından geliyorlardı. Direkt söylemiyor olsalar da Anton, abisinin bu Loncayla bir şekilde bağlantılı olduğu sonucunu çıkartmıştı.

Duyduğu kadarıyla Avcılar paralı asker ve kelle avcılarında oluşan bir gruptu. Uygun ücretler karşılığında bireysel korumalık ve istenen kişi yada yaratıkların yakalanması gibi işlerle uğraşıyorlardı. Harrun’un anlattığı hikayeler de bunu destekler nitelikteydi. Yine de ikisi de iyi adamlara benziyordu, anlaşacaklardı herhalde.

Doktor adını taktığı yaşlıca adamla karşılaşamamıştı ama vücudundan yayılan o garip kokuyu koridorlarda hep duyuyordu. Nereden hatırlıyordu bu kokuyu?

Dev Rukk’un adı öğrenememişti. Ancak onu ve Viktor’u bir kaç defa bahçede konuşurlarken bir kere de dövüş antremanı yaparlarken görmüştü. Rukk diğer hiç kimseyle tek kelime bile konuşmuyorken Viktor’la neden bu kadar yakındı anlayamamıştı. Belki de Viktor onu önceden tanıyordu. Bütün adamları Viktor seçmişti sonuçta, olmayacak şey değildi.

Avcıların köpeği ise Anton’a takmış gibiydi. Ne zaman odasından ayrılsa, köpek de bir şekilde onu bulup peşine takılıyordu. Köpekten rahatsız olduğundan falan değildi ama...

Ve Feyr. Viktor’dan kadının isminin “Mavi” olduğunu öğrenmişti. Feyrlerin böyle olmadık isimleri olduğunu biliyordu ama, Mavi? Buz mavisi gözleri yüzünden takılmış bir lakaptır diye kestirip atmıştı sonunda. Ancak adı dışında bu kadında garip başka bir şeyler vardı. Etrafta sürekli çalım atarak gezinmesinin altında başka bir neden olduğunu hissediyordu Anton ve nedense bu kafasından atamadığı bir vızıltı gibi onu rahatsız ediyordu.

Ancak Anton’un asıl kafasını meşgul eden şey (yolculuğun detayları haricinde elbette), şu kaptan Skarla veya kısaca Skar’dı. Kendisiyle konuşmaktan çekindiği için Harrun ve Yusuf’a sormuştu kadını ama onlar da tanımıyorlardı. Görünüşe göre Dom, Skarla’dan onlara da hiç bahsetmemişti. Tayfadan yakaladığı bir kaç kişiden öğrendiği kadarıyla Skarla genç ve yetenekli bir denizciydi. Son altı yada yedi yıldır denizlerde olmasına rağmen pek çok erkeğin saygısını, o yada bu şekilde, kazanmayı başarmıştı. Anton’un gördüğü kadarıyla aşağı yukarı Dominic’le aynı yaştaydı ve Dominic gibi “gevşek” tavırlı birine benziyordu. Toplantının yapıldığı akşam ki yemekte nasıl içki içtiğini de görmüştü. Bütün bunlar kafasının içinde tek bir sonuca çıkıyordu ve eğer haklıysa yolculuk gerçekten hareketli geçecekti.

Toplantıdan sonra ki üçüncü günün sabahı hizmetçiler tarafından uyandırılken aklında bu düşünceler vardı Anton’un. Önceki gün fırtınanın ters bir yönde ilerlemeye başladığını ve bu sabah havanın uygun olacağını hesaplamışlardı. Bu hizmetçinin kendisini bu kadar şiddetli dürtmesi ancak bu anlama geliyor olabilirdi zaten.

Üzerine önceden hazırladığı lacivert takımını ve cübbesini giyerek, günlerdir hazır duran çantalarını da alarak odasından çıktı. Koridorun ilerisinde Dominic de odasından yeni çıkıyordu. Ufak bir bohça dışında yanına birşey almış gibi gözükmüyordu. Kardeşini görünce esneyerek yanına doğru yürümeye başladı.

Uykulu gözlerle birbirlerine bir süre sessizce baktıktan sonra, günaydın dilemek yerine karşılıklı esneyerek selamlaştılar. Kardeşinin çantalarından bir kaçını alan Dominic, Anton’la birlikte şatonun bahçesine doğru yöneldi.

Şato uçurumun kenarına kurulmuş olduğundan yakınlardaki tek iskele, sahilde kurulu olan ufak kasabadaydı. Adamların hepsi bahçede hazır, atlara binmiş bekliyorlardı. Dominic bahçeye çıkıp kendini göstermeden önce detaylı bir şekilde etrafı taradı ancak aradığı kim yada neyse görememişti herhalde ki dışarı çıkmakta bir sakınca görmedi. Anton bahçede olmayan tek kişinin Skarla olduğunu fark etmesi çok uzun sürmemişti zaten.

Sahile giden yolda yan yana at binen Anton ve Dominic hala tek kelime konuşmamışlardı. Dominic daha çok düşüncelere daldığı için, Anton ise heyecandan yerinden duramayıp sürekli çantalarını karıştırdığı için.

Çantalarında karıştıracak şeyleri tüketince Anton’un çenesi açıldı bir anda. Abisinin düşüncelerini dağıtarak heyecanlı bir sesle “Eee..? Ne düşünüyorsun? Sence yolda başımıza bir şey gelir mi? Korsanlar falan saldırırsa başa çıkabilir miyiz sence? Ya bir fırtına çıkar da rotamızdan şaşarsak?” diyerek ardı ardına onlarca soru daha sormaya başladı.

Kardeşinin bu soru yağmuruna yarı düşünceli, yarı ciddi bir tonla “Bu kadar düşünmüyorum” dedi kısaca. Anton’un nedenini soracağını bildiği için bir kaç saniye sonra devamını getirdi.

“Hayatın boyunca pek hareket görmedin ve bir macera çıkması için can atıyorsun biliyorum” diye başladı. “İnan bana o maceranın içine girince eski sakin yaşamına dönmek için çırpınacaksın.”

“O kadarını tahmin edebiliyorum zaten Dom” dedi Anton “Yine de biraz tehlikeden, kahramanlıktan zarar çıkmaz değil mi?”

Acı acı gülümseyerek başını salladı Dominic. “Hala çocuk gibisin be oğlum” dedi. “Herkes kahraman olmak ister ama üzerine düşen o sorumluluk altında ezilmeye başladığında tehlikeye de maceraya da kahramanlığa da lanet ediyor insan. Aileni ve arkadaşlarını bir daha görememek uğruna, huzurlu bir yaşamdan mahrum kalmak uğruna, hayatını saçma sapan amaçlar için ziyan etmek kahramanlıksa kalsın, ben almayayım.”

Abisinin bunları söylerken bazı kötü anılarının canlandığını hissetti. Evden ayrıldığından beri etrafta sürtmenin dışında başka bir şeyler de yapmıştı abisi, bundan emindi artık. Az önceki heyecanı yatışmıştı biraz böyle düşününce.

On dakika kadar daha at üzerinde gittikten sonra kasabaya vardılar. Anton ve Dominic önlerine bakmaktan çok, az önce aralarında konuşmanın sebep olduğu düşüncelerle dolmuşlardı. Sahile varıp da ufak kafileleri durunca kafalarını kaldırdılar. İkisi de şaşkınlık içindeydiler; iskelede demirli olan bekledikleri gibi bir gemi değildi pek.

“Kalyon mu?!” dedi Dominic. Bu soru ortaya söylenmekten öte kafilenin önünde giden olan Viktor’a yöneltilmişti. “Savaşa mı gidiyoruz acaba?”

Anton da aynı şekilde önünde duran 3 tane devasas yelkeni olan bu kocaman gemiye bakakalmıştı. Hemen yanında attan inen Mavi’nin “En azından herkese yetecek kadar yer olacak” dediğini duydu. Kadın sırtında bohçasıyla gemiye doğru ilerlerken arkasından kuşkulu bir ifadeyle onu izledi. Ata bağlı çantalarını çözerken geminin güvertesine yaslanmış o yöne bakan Skarla’yı, en azından kızıl saçlarını, fark etti. Bunu Dominic de fark etmişti görünüşe göre ki, homurdanarak gemiye doğru isteksiz adımlar atıyordu.

Sonunda, Yusuf ve Harrun’un da yardımlarıyla, çantalarının tamamını iskeleye getirmişti. Tayfalara çantaları dikkatli taşımalarını söylüyordu ama aklına bir anda, onları gemide uğurlamaya gelmeyen babası geldi. Kafasında hala babasıyla konuşmak istediği konular vardı ama artık çok geçti. Günlerdir şatoda konuşma fırsatları varken hep babasından kaçmayı seçmişti. Az önce Dominic’in macera ve kahramanlık hakkında söyledikleri şimdi gerçek etkilerini gösteriyordu görünüşe göre.

Kasaba binalarının çatılarının ardından görünen tepedeki şatoya doğru baktı Anton ve hüzünlü bir nefes vererek güverteye ilk adımını attı.