08 Ekim 2006

Fotosentez (veya "1 ay boyunca ne yaptık" bölüm 2)

Interrail anılarına devam ediyorum. En son Paris'te kalmıştım.

Paris'te 3 gün geçirdikten sonra yine yola çıktık. Kaldığımız motel odası uzun bir süre boyunca gördüğümüz tek 4 duvar arası yer olmuştu.

Paris'ten güneye, Bordeaux'a doğru yol aldık. Sabaha karşı varıp sabahı geçirdiğimiz şehire gitmemizin sebebi şarap bulmaktı. Zaten şehirde görülecek pek başka birşeyde yoktu. Sabah erkenden çıkıp ispanyol mimarisiyle inşa edilmiş sokaklarını gezmek dışında pek birşey yapmadık. Ah ben Tarot kartları aldım burada. Fakat bu kartların hüzünlü bir sonu oldu, ona da geleceğim.

Bordeaux'tan akşam ayrılıp gece treniyle Madrid'e gittik. İspanya sınırındaki Irun'da aktarma ile yataklı trene geçtik ancak pek "yatak"tan saymıyorum bunu. İspanyada insanlar nasıl Türkiye'dekilere benziyorsa, trenlerde aynı şekilde benziyor. 7 kişilik bir aileyle 6 kişilik (aslında üst üste 3 yataktan oluşan çift ranza) ufak bir kompartmanda uyumak zorunda olunca pek tadını çıkartamıyorsunuz o yatağın.

Neyse Madrid. Otobüs garının yakınındaki eğri binalar, Prada müzesi ve CEHENNEM GİBİ SICAK olması dışında söylenecek pek birşey yok. İçecek su bulmak için epey uğraşmıştık. Aslında avrupada neredeyse heryerde içecek su bulmak için uğraştık ancak bu uğraş daha çok içilebilecek düzeyde su bulmak yönündeydi. Madrid'de ise su alacak yer yoktu. Diğer yerlerin su problemi avrupalıların iğrenç tadı olan maden suları içmeleri. Hangi suların bizim damak tadımıza uygun olduğunu anlamak için su şişelerin içeriklerini okumayı öğrendik o derece.

Neyse Madrid'de pek bir olay olmadı dediğim gibi. Prada da tablo incelemesi yaptık sadece. Birde önümüzdeki 2-3lük yol için biletleri toptan aldık ki bu gezi boyunca yaptığımız başlıca büyük hatalardan birisidir. Bu konuya az sonra değineceğim (hep bunu diyorum ama..).

Yine yataklı trenle Barcelonaya geçtik. Belli noktalarını (Camp Nou olsun, Sagrada Familia olsun..) gezdikten sonra muhteşem caddelerini arşınlamaya başladık. Şehrin ortasından (Catalunya meydanından sanırım) sahile kadar uzanan cadde tam panayır yeri gibiydi. "İnsanları" ise bambaşka güzeldi; anladınız sanırım.

Barcelona günün önemli olayı ise Barış'ın üzerinde taşıdığı ufak çantasını çaldırmasıydı. Nerede ve nasıl gittiğinden hala emin değiliz ama gitti. cep telefonu, kredi kartı, discmani de birlikte. Bozulan moraller akşamki tren yolculuğunda düzelse de (tüm gezi boyunca olur olmaz daldığımız felsefi tartışmalardan birisi ile), interrailde başa gelmesi gereken şeylerden birisini de yaşamış olduk en azından.

Barcelonadan uzaklaşarak Fransa sınırındaki Cerbere'ye vardık. Fransa'da bekleme yapmadan hızla İtalya'ya geçmeyi planlıyorduk hatta biletlerini Madrid'den ayırtmıştık dediğim gibi. Planımız Barcelona'dan aktarmalarla İtalya'da Genova'ya oradan da Milan'a gitmekti. Şu "Genova" adını aklınızda tutun. Madrid'deki İngilizce bilmeyen bilet gişesindeki görevlinin üstün anlayışını da bir kere daha "mutlulukla" anıyorum.

Neyse Cerbere'de geceledik fakat bizi Montpellier'e götürecek olan tren 40 dakika kadar rötar yaptı. Montpellier'den normalde vardıktan yarım saat sonra başka bir trenle "Genova"'ya gidecektik. Rötar yüzünden kaçırma ihtimalimiz yüksekti treni ama moralimizi bozmuyorduk. Ha ne oldu peki? Kaçırdık treni o oldu. Bir sonra trenin 24 saat sonra olması ise apayrı bir "mutluluk" kaynağı oldu bizim için.

Garın önündeki ufak park ve sakin sokaklarında gezerek zaman geçirdik. Yine de günlerdir koşturuyor olmamız sebebiyle bir anlamda dinlenme fırsatı oldu bizim için. Tabi o sırada biryerleri geziyor olabileceğimiz düşüncesi yüzünden tadını çıkartamadık bunun.

Ertesi gün tekrar trene atladık. Montpellier gibi bir sahil şehri olan Genovaya gitmek için bindiğimiz trenin neden kuzeye doğru yol alıyor olduğu uzun süre pek dikkatimizi çekmedi. Lyon'u geçip (ki Fransa'nın ortasında bir yerlerdedir burası) "Geneve"'e (yada Cenevre'de diyebiliriz :D) yol almaya başlayınca yanlış yolda olduğumuzu anladık. Evet.. Madrid, bilet satıcısı, yanlış anlaşılma.. Farkındayım.

Kısacası Cenevre'ye gittik. Vizemiz olmadan yani. Olayı fark edip "ee şimdi ne yapıyoruz" kısmına geçtikten sonra yine bir fikir ayrılığına geldik. Bazılarımız "madem geldik, bir şekilde gireriz, sabah olunca da kimseye çaktırmadan İtalya'ya kaçarız" diyor, bazılarımız ise (aslında tekil olmalı bu :P) "hayır hemen geri dönelim" diyordu. Bu tartışma tren garına vardığımızda sona ermediğinden, raylardan atlayıp kaçak girme opsiyonunu gözden geçirmeye başladık. Fakat yağmur falan yağıyordu, birazda garın içinden de geçebileceğimiz gibi yanlış bir fikre kapılmıştık.

Hızla geçiyorum; yakalandık, isimlerimiz ve pasaportlarımız alındı. Ancak kaçmak gibi bir amaç gütmediğimizi görünce adamlar (bunu kendilerine söyleyemedik çünkü muhteşem İsviçre polisi Almanca, Fransızca ve İtalyanca konuşabiliyor olmalarına rağmen İngilizceden çakmıyorlardı.. trajikomik bir durumdu bizim açımızdan) Fransa'ya giden en yakın trene bindirilip geri döndürüldük. Fransa'ya tekrar döndük yani.

Lyon'a vardık. Anlatacak çok bir şey yok ancak yardımsever bir genç bayan olan Lyon bilet satıcısı ile kurduğumuz diyalog sonucunda İtalya'ya gitmek yerine daha sonra gitmeyi planladığımız Viyana'ya gitmemizin daha akıllıca olduğunu gördük. Gece garın önünde yatarak artık alıştığımız işleri yaptık. Güneş battıktan sonra tamamen ölen Lyon'da yapılacak pek birşey yoktu zaten. Ufak bir alışveriş macerası dışında sakin bir gece oldu. Gece ufak tefek olaylar oldu tabi fakat anlatmadığım detaylar arasına sıkıştırıyorum bunları da.

Lyon'da çizdiğimiz rotaya göre ertesi gün Strasbourg'a gitmemiz gerekiyordu. O günün gecesi tek trenle Viyana'ya gidebilecektik. Lyon'da geceyi geçirdikten sonra sabah Strasbourg'a giden trene atladık. Öncedende belirttiğim gibi şehri ezberlemiştik ve İstanbul'a dönmüş kadar olmuştuk. Ayrılalı 2 hafta bile olmamasına rağmen sanki yıllar önce yaşadığım bir şehire geri dönüyormuşum gibi geldi.

Alışveriş ve çamaşırları yıkama gibi ihtiyaçlarımızı gidererek günü geçirdik. Fakat şu çamaşır yıkama işlemi sırasında ben çantamı boşaltma ve Bordeaux'ta aldığım tarot kartlarını bir makinanın üstüne koyma gafletinde bulundum. Yıkama işi bittikten sonra herşeyi geri koydum yada ben öyle düşündüm fakat ertesi gün Viyana'da çantaya baktığımda kartlar yoktu..

Strasbourg'a dönüşün tadını çıkartıp gece trene bindik. Garda beklerken 70lerinde bir teyzemizle tanıştık. Alpleri yürüyerek geçmeyi planlıyordu. 14 günlük bir yürüyüş dedi ve kendisi için pek sorun değil gibi gözüküyordu bu. Hayatımda yapamayacağım şeylerden birisi herhalde..

Trende 3 kişilik bir türk grupla yaşadığımız komik (çok komik.. ama bir o kadarda salakça) bir anımız var. Anlatması uzun sürer ancak yüksek sesle atılan laflar, kafalara düşen çantalar ve bağırarak ve tepinerek gülmemek için koltuk tekmelemeler içerdiğini söyleyebilirim. Hatırladıkça kahkahalar atıyorum hala.

Viyana'ya vardık sabah. 2 gün burada kalmayı planlıyorduk. Fakat vardığımızda yağmur yağıyordu. Ayrıca Paris'ten beri ilk defa hostelde, düzgün bir yatak ve odada kalacaktık. Bu sebepler yüzünden hostel yönüne kilitlendik ve tüm günü hostel ile çevresinde geçirdik. 10 gün sokaklar ve garlarda yattıktan sonra ilaç gibi geldi bugün.

Viyana'nın 2. gününde ise sağnak yağmur eşliğinde 4-5 saatlik bir şehir turu attık. Fakat yağmur gerçekten deriye işliyordu ve geziyi kısa ve öz tutmak zorunda kaldık. Tabi bu gara gidip güzel manzaralı bir noktada saatlerce kağıt oynamamız için bahane oldu.

Detayları atlıyorum ancak, şu gezi boyunca yanımızda iskambil kağıtları olmasa ne yapardık bilmiyorum. Gar ve hostel gecelerin eğlencesi oldu o kartlar. Hayatta oynamam diyen Enis/Calenmir bile oynamaya başladı bir yerden sonra. Bir kaç fotografla bunu örneklendireyim size..






Ee sanırım bu alakasız. Hoş bir Montpellier gecesi.



Ehm.. Bu daha da alakasız sanırım. Eheheheheh

07 Ekim 2006

Sneak Attack (veya Eiffel'e nasıl yürüyerek çıktık)

Blogla uzun süredir ilgilenemiyordum, sonunda gereken konsantrasyonu oluşturdum ve işte burdayım. 3 ay oldu neredeyse, eşşeklik bende tabi.

Neyse, neden update yapmadığımın hesabını verene kadar daha işe yarar konulara atlayayım. Örneğin önceki mesajımda bahsettiğim interrail davası..

Neresini anlatayım diye düşünmek istemiyorum, aklıma geleni yazacağım. Pek çok şeyi atlarım gibi geliyor ama işin özeti yeterli olacaktır herhalde. 1 aylık detaylı gezi raporu yazmak günlerimi alır herhalde.

Yola Hollanda'dan başladık önceden belirttiğim gibi. Çantalar sırtımızda, başka bir dünyada olmanın heyecanıyla her gördüğümüze atladık ama ilk gece yattığımız yer geri kalan 30 günde aklımızın başımızda olmasını sağladı. Şok gibiydi ilk gece, çantalarla gezmenin alışkın olmayan ayaklarımızı mahfetmesinin ardından yatmayı planladığımız garın kapanması ve sokakta kalmamız bize çok iyi ders oldu. Herhalde böyle birşey yaşamasak acemilik süremiz daha bir kaç gün devam ederdi.

Sonuç olarak ilk gece Amsterdam metrosu merdivenlerinde bizim gibi bir kaç kişiyle daha şık bir gece geçirdik. Ve bu deneyimin ardından "biz bu gece burada ölmedik ya, daha bize bir şey olmaz" mantığı kafamıza kazındı. Aptal cesareti gerçekten çok yararlıymış..

3. gün Berlin'in cehennemvari sıcağında, hala bütün gün yürüme temposuna alışamamış bedenlerimizle kendimizi 1 aylık yolculuğumuzdaki sayılı hostel duraklarımızdan birisine attık. Daha 3 gün olmasına rağmen banyo ve yatak diye ağlıyorduk resmen. Şimdi düşününce gülüyorum tabi ya. Neden güldüğümü daha sonra anlarsınız.

Düsseldorfa da uğradıktan sonra Luxembourga geçtik 5. gün. Düsseldorfta ördekli gölün önünde kahvaltı etmemiz Amsterdamda akşam üstleri gittiğimiz parktaki ördekleri hatırlatmadı değil tabi..

Luxembourg diyordum.. Nasıl anlatsam ki. Cennetin ufak bir köşesini kesip dünyaya yollamışlar sanki. Öğlen gibi varmıştık Luxembourga ve hemen yemeğe koştuk. MC Donalds en uygun seçenekti, çünkü başka seçenek yoktu (evet..). Ancak MC Donaldstaki kasiyer kız efsanesi de bu dakikalarda doğdu. Amsterdam'da koşullar iyiydi ancak bu ayrı bir şeydi. Cennetten parça yollarlarken içinde melek unutmuşlar herhalde.

Şehrin merkezi olan kaleiçi kısmına gittik. Yorum yapmıyorum bile. Meydanların birisinde oturup milleti incelerken (incelemek evet, hemen saçma sapan yerlere çekmeyin :P) tanıştığımız 70lerindeki, dünyanın her noktasını gezmiş amcamız bambaşka bir varlıktı herhalde. Yaşlandığımda öyle olayım yani..

Birde Luxembourg gecesi var elbette. O ana kadar ki tecrübelerimiz ışığında garlarda geceleri yatmanın pek yasal olmadığını keşfetmiştik ancak Luxembourg farklı bir yerdi şimdi. Bu kadar mükemmel olan bir yerde garda yatmamıza izin verirlerdi belki? Denedik. Gar müdürüyle 5 dakikalık bir konuşma yapmamın ardından izni kaptık. Hatta öyle ki gece bir ara yanımıza geldi gar müdürü ve ışıkları kapatacaklarını ancak biz istersek bizim bulunduğumuz yerin ışıklarını açık bırakabileceklerini söyledi. Hmm bir günde iki melek.

Ertesi gün pek tatmin edici olmayan bir Brüksel gezisi yaptık (waffle kısmını hariç tutuyorum işin. aman tanrım.). Erkenden Brükselden kaçtıktan sonra önümüzdeki 2,5 günü geçireceğimiz Strasbourga vardık. Luxembourg 1'se Strasbourg 2'dir. Bir gece sokakta 2 gece hostelde kalarak en uzun süre gezindiğimiz yerlerden birisidir Strasbourg. Birde geri dönüşümüz vardır, Reloaded misali. O konuya daha sonra gelicem.

Strasbourg'un neredeyse heryerine girdik çıktık. Zaten ufacık şehir (yani en azından benim standartlarıma göre), her yerini yürüyerek gezdiğimizden ve o ana kadar yaptığımızın aksine feci şekilde yaydığımızdan gözümde apayrı bir yerde. Sokak sokak ezberledim diyebilirim. Parklarında uyuyup, hostelinde tepinip, laundrylerinde eşya yıkayıp, sokaklarını arşınladığımız Strasbourgdan zorda olsa ayrıldık. Aslında pek zor değildi çünkü Paris'ti sonraki durak.. çok koymadı yani.

Veeeeeee Paris. Yazının başında söylemiştim her detayı anlatmak istemiyorum diye. Şimdi Paris'te anlatılacak o kadar çok şey vardı ki.. Kaldığımız hostel/motel'in sahibinin türk çıkması mı olsun, 2. gün yağmur altında koşturmamız ve sırılsıklam olmamız mı.. Champ Elysses'in ortasından Arc de Triumph'ın ardından batan güneşi fotograflamamız mı yada tüm Parisi bir uçtan bir uca yürüyerek geçmemiz mi. Louvre'un aklı baştan alacak görkemini anlatmaya kalksam gerçekten parmaklarım kopar yazmaktan. Bunları hayal gücünüze bırakıyorum.

Bunlar yerine tüm Paris'te sadece tek bir şeyi anlatmayı seçiyorum: Eiffel'e ilk tırmanışımız (2 kere çıktık evet. ama ikincisinde asansör kullanacak kadar aklımız başımızdaydı).

Paris'teki ilk gecemizde "vay beaaaağğ" diye etrafa baka baka yürürken (Champ Elysses'ten aşağı..) gece bastırdı. Ama keyfimiz yerindeydi devam ettik. Seine kıyısına vardığımızda uzakta Eiffel'i gördük. saat 10 olmuştu ve Eiffel'in ışıklarını yakmışlardı. tahmin edebileceğiniz gibi ışığa uçan sinekler gibi o yöne doğru koşturmaya başladık. Vardığımızda aklımızda sadece yukarı çıkmak vardı. Ancak asansörler kapanmıştı o saatte.. Etrafımıza baktık, merdivenler hala açıktı. Eh yorgunda değildik o kadar, ne kadar zor veya yüksek olabilirdi ki?

Eiffel'in 1. katına 45 dakikalık merdiven tırmanışı sonunda ulaştık. Bacaklarımız kopmak üzereydi. Paristeki diğer 2 günümüz boyunca bu bacak ağrısı geçmedi. Ama pişman mıyız? Eheh.. elbette hayır. 23'te vardığımız Eiffel'den saat 01:30 gibi ayrıldık. Güya ertesi gün erken kalkacaktık ve Louvre'a gidecektik (ki gittik). Eiffel'den Bastille'e oldukça rahat gitmiş ve bacak ağrımızın yakında geçeceğini düşünüyorduk ancak asıl ağrı hostel/motel'de kendimizi yatağa bıraktıktan sonra başladı. Ancak söylediğim gibi, Eiffel'e o gece tırmanmak bu gezinin dönüm noktalarından birisiydi bence. Gerçekten Avrupada olduğumuzu orada hissettik. Amerikaya gidince Özgürlük Heykelini görmeden vardığını kavrayamamak gibi birşey.

Anlatacaklarım bu kadar değil tabii. Daha gezinin 10. günüydü bunlar olduğunda. Devamını başka bir mesajda okursunuz. Şimdilik Eiffel gecesinden bir kaç fotoyla yetinin.

16 Temmuz 2006

Mission Accomplished

Geçen seferki yazımda arayı açtım diyordum, bu sefer daha da açtım evet. 10 günlük zaman limitinide geçtim kendime koyduğum.

Ama bahanem var! Tüm interrail takımı olarak vizelerimiz elde, sadece alışverişimiz eksik olarak hazır bulunuyoruz. Evet daha yol planı da tam değil. Olsun yine de büyük engeller aşılmış durumda
, gün sayıyoruz sadece yola çıkış için.

Yaz sonlarına doğru geri döneceğimden temmuz ayı içindeki son yazım bu olacak büyük ihtimalle, ancak dönüşte bol fotograflı ve nerelerde ne oldu içerikli bir post yazmaktan çekinmeyeceğim.

Yolda gerekecek şeyler listesinde adam gibi bir mp3 listesi önemli yer kaplamakta. 256 mba zorlasan 60 parça sığıyor sadece. Müziksizlikten kafayı sıyırırım falan, hoş olmaz oralarda. Tabi müziksizlikten kafayı sıyırmadan önce daha önemli konulardan sakınmak gerekecek, hasta olmak yada soyulmak gibi. İşin bu kısmını yazıp uzatmak istemiyorum, ama başımıza saçma sapan birşey gelirse zaten buraya yazarım (yada yazamam? hmm..)

Ben nereye gidiyoruz ondan bahsedeyim en iyisi, önceden de açık açık yazmamışım zaten..

Efendim biz (4 kişi; ben, sayonisist, calenmir ve barış (yanda blog linki yok o yüzden sadece barış dedim)) dedik ki madem işimiz gücümüz yok bu yaz, haydin avrupaya gidelim interrail yapalım. Aslında tam böyle olmadı, sayon, barış ve berk (ki son dakika da okulla ilgili sorunlardan iptal etti) gitmeyi planlıyorlardı. Bende bir yerden para bulurum borç harç giderim dedim ve bende takıldım peşlerine. Calenmir'i de ufak bir gazlama seansı sonrasında kattık gruba.

Orijinal planda avrupanın girilmedik ülkesi bırakmıyorduk güya ama daha sonra biraz araştırma yapınca bunun pekte olası olmadığını gördük (hele eldeki parayla). Gidilecek ülke sayısını azalttık bu doğrultuda. İngiltere mutlaka gidilmesi gereken yerler kategorisindeyken vize alacak vakit kalmadığından tabiri caizse yalan oldu.

Yine planımızın ilk şeklinde Almanya'ya uçakla gitmek ve oradan güneye doğru inmek vardı ancak ucuz uçak biletleri için biraz geç kaldığımızdan başlangıç noktamızı Hollanda olarak değiştirdik.

Şu an ki temel yol planımız ise şöyle: Hollanda'da Eindhoven'a gidilecek ve fazla oyalanılmadan Amsterdam yoluna düşülecek. Hollandanın daha kırsal bölgelerine kısa bir yolculuk yaptıktan sonra Almanya da Berlin yönünde ilerlenecek. Arada Dortmund veya Dusseldorfa da uğranıp Belçika'ya, Brüksel'e geçilecek. Brüksel'de yine fazla oyalanılmadan Paris'e gidilecek.

Paris'i bir günde gezemeyeceğimiz konusunda fikir birliğine vardığımızdan 2 günü Paris'te geçirip Güney Fransa'ya Bordeaux'a doğru devam edilecek. Uzunca bir tren yolculuğunun ardından İspanya'da Madrid'e gelinecek. Madrid'de bütün günü harcayıp, geceyi yolda geçirip Barcelona'ya atlanacak. Barcelona'da geçen bir günün ardından tekrar yola çıkılacak ve Güneydoğu Fransa'da Marsilya'ya ufak bir bakış atılıp Monako'ya, ordandan İtalya'ya geçilecek.

Yolun İtalya kısmı oldukça karşık şu anda. Gidilecek şehir sayısı çok ve görülecek yer sayısı da aynı şekilde gereğinden fazla. Artık nasıl yaparız şahsen bilmiyorum ama en efektif şekilde Kuzey İtalya gezildikten sonra (ki 4-5 gün alır bu) Roma'ya doğru inilecek ve Roma'da 2 gün kalınacak. Ben koca Roma'yı (ki buna vatikan dahil) 2 günde ancak koşarak gezeriz diye düşünüyorum ama.. Neyse zaten detaylı planda sallanacak vakit bırakırız bu işler için.

İtalya'da bu şekilde halledildikten sonra Güney İtalya'dan feribotla Yunanistana geçiş yapıp Patras'a varacağız. Orada hiç durmayıp Atina'ya geçeceğiz ki zaten Atina'ya geldikten sonra eve gelmiş kadar oluyoruz.

Evet oldukça basitmiş gibi gözüküyor ama interrail hakkında biraz bilginiz varsa yukarıda yazdığım 5-10 cümledeki kadar kolay olmadığını biliyorsunuzdur.

Bu 1 aylık aksiyon buz dolu bir kova su etkisi yaratmazsa bünyemde artık ne gerekir bilemiyorum. Bungee'ye giderim olmadı.

05 Temmuz 2006

Çikolata kaplı çilekli dondurma

Az önce elektrik kesintisiyle uçan uzzuuuuun yazının anısına bir dakikalık saygı duruşu rica ediyorum.

Evet ne diyorduk.. 1 haftadır yazı yazmıyormuşum zannedersem. Bu süre içinde zihinsel ve fiziksel olarak epey meşguldüm o yüzden oturup uzun uzun yazamadım. Bu pazartesi Hollandaya vize başvurusu yaptık Sayon'la. Onun sonucuna göre bu yazın akışı değişecek o nedenle çok da blog havamda değildim yani. Aslında olaya olumlu bakıyorum, elimizde patlayacağını sanmam yani (Kocaman bi "Mission Failed" yazısı çıkarsa gülerdim ama..)

Nelerden bahsedeyim diye düşünüyodum bu aralıkta.. Ya Lost hakkında yazıcaktım ya da yine kişisel konular bulup can sıkacaktım ki can sıkmayı tercih ettim. Tabi bunda Lost hakkında yazmaya başlarsam 10 gün sonra anca bitirecek olmam da büyük bir etken.

Neyse konumuza girelim. Vurdumduymazlık yada umursamazlık gibisinden bir konu hakkında yazabilirim örneğin. Hayır tahmin ettiğiniz gibi işin dünya çapında değil daha kişisel bazda olanından bahsediyorum. Tabi siz kişisel olarak da tahmin etmiş olabilirsiniz o ayrı..

Önce kendi durumumdan bahsedeyim.. Normalde bir insan bir işle uğraşırken bir yandan tamamen alakasız şeyleri düşünebilir değil mi? Hah işte bu olay bende 7/24 etkili. Aktif olarak düşünmeyi gerektirmeyen herhangi bir şey yaparken, örneğin gazete okur yada yolda yürürken kafam apayrı yerlerde oluyor çoğunlukla. İşin kötüsü bu durumdayken kafamın başka yerde olduğunun farkında olmam ve önümdeki konuya dönememem rezilliğin boyutunu arttırıyor.

Kendinizi benim yerime koyun ve bir diyalog içinde olduğunuzu hayal edin. Kafanız başka yerdeyken konuşmaya çalışmak ne kadar zor düşünün. Dikkatiniz hep başka yerlere kayarken bir konuya yoğunlaşmak kadar zor iş yok gerçekten.

Bu dediklerim biraz genel oldu ama daha pratik bir örnek vereyim. TV'de reklamları izlerken şu güne kadar hiç bir zaman üzerime alınmamışımdır örneğin. Yada bir duyuru yapılıyordur herkese yönelik ancak ben sanki orada değilmişim gibi hareket etmeye devam ederim. Bunu sadece kendimde değil pek çok kişide gördüm aslında. Yukarıda dediğim vurdumduymazlık bunu kapsıyor işte.

Kendi gözlem çevremle sınırlı olduğunda sanmıyorum, yanında adam öldürülse dönüp bakmayacak insanlarla doldu her yer. Nereden çıktığıyla ilgili sayfalarca yazı yazılır, televizyon suçlanır, bilgisayar suçlanır, ne bileyim suçlu aradıktan sonra bulması kolay nasılsa.. Benim takıldığım nokta insanlar bu hale geldiklerinin farkında mı acaba. Eğer farkındalarsa nasıl bu duruma devam ediyorlar. Hadi ben zihinsel özürlüyüm diyelim, 3,5 milyar insan yanılıyor olamaz (%50 diye bir sallama yaptım ama.. neyse).

İnsanlığın düşünce kapsamı iyice kalıplaşmaya başladı. Belli insanların belli şekilde düşünmesine kaçınılmaz olarak bakılıyor. Öyle ki farklı olmak bile artık farklılık değil. Bunları söylememin sebebi yukarıda dediğim umursamazlıkla bağıntılı. Herkes o kadar kendisine biçilmiş kalıba oturmuş ki kimse gidipte diğer olasılıkları incelemeye yada başkalarını anlamaya çalışmıyor. En açık görüşlü olduğunu iddia eden insanlarda bile buna rastlanabilir, önemli olan diğerlerini anladığını iddia etmekten öte diğerleri gibi de düşünebilmektir, hissedebilmektir. Sanırım ben de bunu yapmaya çalışırken odağımı kaybettim. Yada bilgisayar başında günlerce oturup basitçe tek noktaya odaklanmaya alıştığım içinde olabilir bu.

Aslında açık konuşmak gerekirse diğer insanlara kendimi açıklamaya çalışmaktan yoruldum. Çabalamıyorum bile artık. Yukarıda yazdıklarıma bakmayın, diğer insanların ne düşündüğü o kadar da derdim değil, ben kendime bakarım bu konuda. Herkes kendi kapısının önünü süpürse dünya daha temiz olurdu diye bir mantık vardır ya, onun peşinden gidiyorum şu anda.

Kendi zihinsel aktivitelerim de biraz acayip işlemeye başladı dediğim gibi. Kafamın içi dual core cpu gibi işliyor resmen ama tamamen dengesiz çalışıyor. Yada corelardan birisi tıkanmış diyebiliriz. İçine toz kaçmış yada.. Beynimin bir kısmı uykudan tam uyanamamış gibi sanki. Sürekli başka şeylere kayan ve adam gibi yoğunlaşmamı engelleyen kısım da yine aynı yer. Fan yetersizliğinden bozdum sanırım cpuyu. Nezle olmak gibi yada ne bileyim çok sıcak bir şey içip dilini yakmak gibi.

Zamanla geçer diyordum ama daha da beter hale geldi. Bu yüzden mekan değişikliği gerçekten iyi gelecek bana (tabi en baştan belirttiğim gibi vizeler elde patlamazsa). Eskiden ilgilendiğim şeylerden de kopmaya başladım bu durum yüzünden. Bu yazıyı yazarken bile kaç tane şey yüzünden ara verdim anlatamam.

Neyse bu sefer fazla uzatmadan bitireyim.. Bir daha ki yazı için bu kadar ara vermeme gerek kalmaz umarım.

Not: www.vladstudio.com adresini keşfettim geçen. Gerçekten muhteşem çizimler var. Wallpaper işinde devrim yaratmış adamlar (çok abarttım evet). Arada sırada gelip de "Silva bana wallpaper bul!" diye yalanan arkadaşlar var, özellikle onlara tavsiyemdir.

26 Haziran 2006

Impressive

Quake insanı değilim aslında, her zaman UT'yi tercih etmişimdir ama geçenlerde quake 3e sardım. Railgunla adam raillemeyi özlemişim. Quake 4teki rail gun'ın zoomu çok güzeldi aslında ama görev oynamaktan nefret ederim, multi de çeşitli nedenlerden (oyunun kopya olması örneğin?) olmuyor.

Konuyu Quake muhabbeti yapmak için açmadım aslında. Oyunlar hakkında konuşurum diyordum ama bakalım neler saçmalıycam yine yazarken..

Oyun piyasasının bokluğundan bahsedebilirim mesela? Aslında üstüne fazlasıyla laf söylenmiş bir konu bu ama..

8-9 sene önce bilgisayar denen aletle alakadar olanlarınız varsa ve oyun dergilerini falan takip ediyorduysanız o zamanlar, hatırlıyorsunuzdur neredeyse her gün oyun çıkıyordu. Hatta 97-99 aralığından o kadar çok rts oyunu çıkmıştı ki hangi birini oynayacağımızı şaşırmıştık. Ama günümüzün tüm efsane oyunları da o dönem çıkmıştır hani. Daggerfall, Heroes II, Tomb Raider (yalan olsa da efsane), AoE, M&M 6, fifaların en sağlamları, Diablo ve elbette Starcraft.. Aklıma gelmeyen daha tonla oyun vardır o ara çıkan ve benim sabahlara kadar oynadığım.

Çok fazla oyun çıkması değil kaliteli oyun çıkmasıydı iş. Yada bilmiyorum ben mi daha kolay beğeniyodum oyunları.. 2 sene öncesine kadar çıkan oyunları da bir derece seve seve oynasam da, şu son çıkan, yıllarca bekleyip de çıkınca atladığım oyunlardan yeterince tat alamadım.

Eski oyunların ayrı bir havası vardı valla. Bir terran advisor'ın "nuclear launch detected" demesini kadar güzel bir oyun seslendirmesi var mıdır sorarım? Yeni oyunlarda ruh yok..

Mesela Oblivion ve Heroes V'i alalım. Hadi Oblivion tamamen yalan olmuş ama Heroes V delicesine beklediğim bir oyundu, campaignini bile bir gazla bitirdim hatta. Ama şimdi ne oldu? oyun çıkalı 1 ay anca oldu ama şimdi açıp oynamaya kasıyorum. Aslında oyun süper ama böyle açıp hadi bi el atayım diyemiyorum. Aynı şey DoW içinde geçerli. Oyunların az da olsa yavaş çalışmasından olabilir diye düşünüyorum bunu. Yani diğer oyunlar kadar akıcı çalışsalar oynanabilirlikleri daha yüksek olurdu belki de. Mesela içerik olarak pek birşey barındırmayan C&C Generals'ı sırf akıcı oynanıyor diye aylarca oynamıştım.

Bir de öyle her önüme çıkan şeyi kolayca beğenmem ben. Sayılıdır yani ilk gördüğüm şeye oah süpermiş diye atlamam (hatta bu yüzden bazı arkadaşlarca "karizmatik" sıfatına layık görüldüm, selam ederim onlara). Ama bu yeni oyunlardan tat almama olayı sırf bana has bir olay da değil.

Yeni oyunlar birşeye benzemediği için eski oyunları tekrar tekrar oynamaktan sıkıldım. Bu gidişle oyun oynama olayından tamamen soğumaktan korkuyorum. Bilgisayarı tamamen download amaçlı kullanmaya başladığım için üzülüyorum. Artık bir şey download etmeyeceksem açmıyorum bilgisayarı. Tabi her an bir şey download ettiğim için bilgisayar hep açık oluyor o ayrı..

Aa bakın ayrı bir konu size. Birde böyle bir hastalığım var benim. Netten yeni birşeyler indirmedikçe rahat olamıyorum, batıyor bana. Aylık 25 gb altına düşerse download oranım canım sıkılıyor öyle bir garibim yani.

Adsl ilk Türkiyeye geldiğinde bağlatanlardanım ve bu hastalığımın tek sebebi de bu adsl. Her ne kadar telekoma bok atsak ta dial up'ta olsam böyle bir şeye hiç bulaşmayacaktım. Dial up kullanırken 100 mblık bir dosya indirmek büyük bir başarıyken gözümde, şimdi aynı anda diziler, dvdler indirmezsem kesmiyor. Aç gözlülükle alakası var sanırım, bağlantı daha hızlı olsa daha da çok şey indiririm.

Adsl'i ilk bağlattığım zamanlarda film fragmanları kolleksiyonu yapmaya başlamıştım. Sonra bir filmin fragmanını bulamamış ve "dur bari filmi indireyim de göreyim neymiş" dedim ve ip orada koptu. Film arşivi gazı başladı böylece.. onlarca film indirdim o gazla. En son bu senenin başında arkadaşlarımın gazıyla "Lost" denen belaya sardım. Bu Lost konusu tamamen ayrı bir macera konusu hiç girmiyorum ama Lost indirmeye başladıktan sonra film işini bırakıp tamamen dizilere kanalize oldum. film indirirken 2 cdlik filmler gözüme fazla gözükürken bir sezonu 2 dvd yer kaplayan diziler bu duvarı da yıktı. Adsl 512 olsa da bir seferde 2-3 dizi birden çeksem diye umutlanıyorum şimdi de.

Bu download hastalığının temelinde ne var peki? Pek çok bilgisayar kullanıcısında gözlemledim bunu, herkes sürekli birşeyler indiriyor. İki sebebi olabilir, birincisi bedava olması. Yani adsl ücreti ve elektrik faturası hariç.. birde boş dvd parası var. Ama dediğim gibi bunları saymazsak tamamen bedava. Ve birşeyleri çalışmadan, bedavaya elde etmek insana ayrı bir haz veriyor. Kimse madalya beklemiyordur tabi bunun için, kişisel bir haz sadece.

Diğer bir sebebi ise arşivcilik. Bir şeye ihtiyaç duyulduğunda hemen el altında olması. İnternetten indirdiğim her şeyi saklarım, oyun patchleri olsun, ufak programlar olsun.. Dizi ve film arşivi yapmak ise bambaşka bir zevk zaten. Yani yapmadan bilemezsiniz desem yeridir. Bir aralar, dial up zamanında çizim arşivi olayım vardı, binlerce fantastik temelli çizim vardı. Şimdi nerededirler bimiyorum ama o binlerce dosya benim için bir gurur kaynağıydı. Pratik bir yararı olmamalarına rağmen elimde bu kadar çok dosya olması mutlu ediyordu.

Aslında yukarıda yazdıklarımdan insanların aç gözlülük ve para sevdasına giriş yapardım ama hiç havamda değilim. Hava sıcak ve sol ayak bileğim ağrıyor nedense.. Battlestar Galacticayla The 4400'ın yeni bölümleri inmiş onları izleyim ben en iyisi.

24 Haziran 2006

2+2=22

Saat 14:20

Bu sefer aklımda ne varsa yazmayı planlıyorum, eğer uzun gözükürse yazı bilin ki bundandır.

...

Öğrenmek nasıl gerçekleşir? Bilgiyi içselleştirerek, "öğrenerek". Ezberleyerek değil. Ezberleme işini hayatım boyunca becerememişimdir. İlkokulda zorla şiir okuturlardı, din derslerinde dua ezberlettirirlerdi ancak ben iki kelimeyi bile yanyana koyacak kadar ezberleyemezdim. Şimdi denesem yine ezberleyemem eminim. Bir konuyu öğrenmek için önce onu benimsemem, konuyla empatik bir bağ kurmam gerekti hep. Bu yüzden öyle muhteşem notlar alamadım derslerimde, ezber derslerini hiç beceremedim.

Öğrenim hayatımda da şuraya kadar gelebilmemi sağlayan tek şey fotografik hafızamın olmasıdır herhalde. Bir şiir satırı bile ezberleyemeyen ben, bir iki kez okumuş olduğum kitapları ezberebilirim, DnD kural tablolarını gözüm kapalı yazarım. Bunun ezberle alakası yok bence.

Benim bu durumumun aksine birde çok güzel ezber yapabilen insanlar gördüm çevremde. Dersleri ezberleyip sınava girip derece yapan ancak sınavdan bir hafta sonra tek kelimesini bile hatırlayamayanlar. Ben geçer not alıp o konuları azda olsa yıllarca hatırlama lüksüne sahiptim ve bu durumdan zerre kadar şikayetçi de değilim. Heh bu olay pek de seçeneğe bağlı değildi ya..

Burada amacım öğretim sistemi falan filan değil, bu konular gerçekten anlamsız geliyor artık. Ben işin kişisel boyutuyla ilgileniyorum. İnsanların notlarla, sınavlarla hatta onu geçtim okullarıyla olan sorunları gerçekten çok gereksiz gözüküyor. "Önemli olan o okulda öğrenilenler, bu öğrendiklerin gelecekte iş bulurken gerekli olacaklar" diyor herkes ama benim kast ettiğimde bu değil.. yada tam olarak değil.

Bilgi, bir insanın sonsuza kadar (yada unutana kadar) sahip olacağı en önemli varlığıdır bence. İnsan hayatının temeli bilgidir ve geriye kalan herşey, HERŞEY, ikinci önem taşır. İnsan bildiği kadar değerli, bildiği kadar bilge, bildiği kadar insandır. Her ufak bilgi kırıntısı değer teşkil eder ve bilgisizler yada öğrenmeye karşı olanlar benim gözümde her zaman daha düşük bir seviyededir.

Elbette bu noktada bir ikilem var. "Ne yapalım bu adamları yakalım mı hepsini?" Hayır yakmak yerine bilgisizlerle bilgi paylaşılabilir. İnsanın bilgisiz olması, bazı şeyleri öğrenme fırsatına hiç sahip olmamış olması onu suçlu yapmaz. Ancak öğrenmeye karşı, dar görüşlüler ayrı bir dava. Bu kafa yapısına sahip insanları camdan dışarı bakınca görüyoruz zaten. İstediğiniz sıfatı yakıştırın ancak ben bu kişileri adam yerine bile koymuyorum. Eğer bir insanın insan yapan öğeye aykırı davranmayı seçmişlerse insan sıfatını da hak etmiyorlar demektir gözümde.

Nefret kusmuş gibi oldum biraz ama, hoş görün. Şu dünyada nefret ettiğim tek insan grubu dar kafalı ve bağnaz insanlar. Bu dediklerimden sakın din konusuna falan atıfta bulunduğumu sanmayın. Dar görüşlülük ve bağnazlık yer ve konu tanımıyor malesef. Çok modern olduğunu iddia edip de, başkalarını bilim karşıtı görerek ve kendi düşüncelerini üstün sayarak kendi bağnazlığının farkında olmayanlar var. Din olsun, bilim olsun, politika olsun.. her konu için geçerli. Bunları söyleyen ben de bir bakıma bağnazım belki.. İşin aslı, hiç kimse doğru olduğuna inandığı fikirlerin aksine kolayca ısınmaz. Olay o nokta da empati kurmakta biter.

Birde empati konusu var evet. Bin tane sebep sayılabilir ama insanlar bariz bir şekilde empatilerini kaybetmeye başladılar.. veya ben yanılıyorum, hiç bir zaman empati yoktu o kadar.
Neyse bu empati muhabbetine girmesek de olur. Daha genel birşeyler yazmayı planlıyordum ben.

Hayat evet. Dediğim gibi bir insanı insan yapan şey ne kadar bildiğidir bence. Fiziksel gelişmelerin ve başarıların anlamsızlığına inanırım. Zaman bedeni hızla yok ederken, zihin daha uzun süre dayanır ve ruh bunların ötesinde ölümsüzdür. Ruhun gelişiminin temeli ise ahlaki olaylar olamaz bence. Çünkü ahlak tek ve kesin değildir. Hiç birşey kesin değildir zaten. Eğer ruhun değeri iyi ve kötü ile ölçülecekse bile iyi ve kötü kavramları değişkendir herşeyin ötesinde. İnsanların doğru olduğuna inandıkları şeyi yapmaları tüme bakıldığından oldukça saçmadır çünkü bir insanın doğrusu diğer 10 insanın yanlışı olmaktadır genellikle.

İyi ve kötü, doğru ve yanlış da geçerli bir kıstas değilse nedir peki olay? Bilgi ise doğru ve yanlış olarak yargılanmadığı sürece insanın gerçekten sahip olacağı tek şeydir. Dediğim gibi hiç birşey kesin değildir ve doğrular değişir. Bundan 500 yıl önce doğru kabul edilen bilgiler bugün çocukça geliyor herkese. Önemli olan bilginin geçerliliği değil, "bilmek" yetisine sahip olmaktır. Tarihte yer etmiş her insanın ortak noktası bilgileridir. Hiç bir tarihi figür kollarındaki kaslar ya da ahlaki meziyetleri ile ortak bir noktada buluşturulamaz. Şu ana kadar öğrendiğiniz tarih bilgilerinizle bildiğiniz her karakteri düşünün, o zaman daha iyi anlayacaksınız.

Şimdii.. Bilgi konusunu bir kenara bırakalım, buna paralel bir konu daha var: Eylem.

Mantık çerçevesinde baktığımızda her bilgi kullanılmak içindir ve kullanılmazsa aslında değersizdir değil mi? Aslında değil. Bu, bilgiyi ne için elde ettiğinize bağlı. Yada daha başka bir açıdan bakarsak, bilgi kullanıldığında ne olacağına..

Eğer hayatın anlamını bulmuş olsanız herkese söyler miydiniz? Heh tabi bu hayatın anlamının niteliğine bağlı bir durum aslında. Bence o anlam her insana göre farklılık gösterir ama daha iyi bir örnek çıkaramadım şu an.

Başka bir örnek bulayım.. Politik açıdan bakalım mesela daha kolay olur. Komünistler örneğin, ütopik bir amaç peşinde (ki elbette komünistler buna ütopik demiyorlar..) çalışarak bir yerlere varmaya çalışıyorlar. İnsanların birlik halinde ve mutlak eşitlikte yaşayabileceğine inanıyorlar. Bu örnek üzerine konuşacak olursak öncelikle mutlak eşitlik diye bir olay yoktur, olamazda. Tüm insanları makineleştirseniz bile olmaz öyle bir olay. Koşulları eşitlemekte mümkün değil yada benim hayal gücüm ve insan doğasını anlayışım toptan yanlış. Bunu iddia edenlerde çıkacaktır tabii mümkün.

Neyse benim amacım komünizmi yada herhangi bir ideolojiyi eleştirmek değil. Benim takıldığım kısım pratik sonucu olmayan işler için zaman ve kaynak harcanması. İnsan oğlunun geleceği için insanın kendi hayatını harcaması bana inanılmaz derecede gereksiz ve anlamsız gözüküyor bilmiyorum. Bu dediklerim "sallayın ya geleceği, sonraki nesiller ölsün gebersin" demek değil, sadece herkes kendi zaman dilimini yaşamalı ve bir fark yaratacaksa yarında değil bugünde yapmalı bunu. Tabi herkes kendi hayatını nasıl harcayacağına kendisi karar verir (farklı gözüküyor olsa da).

İnsanların her zaman seçim hakları vardır kendi hayatları üzerinde. Durumları ne olursa olsun, ne tür koşullarda olurlarsa olsunlar, en büyük ve çoğunlukla tek engelleri kendileridir. Günümüz dünyasında standart bir insanın en büyük sorunu gelecek endişesidir. Hatta bir açıdan bakarsak başka da bir endişesi yoktur. Ama o kadar detaylı anlamlandırmaya gerek yok, sadece klasik yaşam zincirine baksak yeterli. doğ - çocuk ol - okula git - işe gir - yaşlan - öl. Dünya nüfusunun büyük yüzdesi sadece bu eksende yaşıyor ve her adımda bir sonraki adıma geçmek için çabalıyor. Toplamda baktığımızda ölmek için yani. Ölmeden önce hayatta kalmak için çalışmak ve para kazanmak kısmı da mevcut. Ama olay bu mudur yani? Hayatın anlamı bu mudur? yaşlanıp ölene kadar hayatını bir şekilde sürdür, arada üre ve yeni nesiller yarat, en sonunda da öl. Eğer geleceğe yatırım yapıp takip edecek nesillerin hayatları için bir şey yapmaksa olay, hiç merak etmeyin onlarda gelecek nesiller için çalışacak ve kendi yaşamlarını yaşayamadan ölecekler. Saçma sapan bir döngü kısacası.


Nasıl yaşamamız lazım o zaman sorusunu cevaplamayı düşünmüyorum, çünkü benim vereceğim cevap benim için olacaktır.

Hayattaki amaç hayattayken yaptıklarının başkaları tarafından hatırlanması ise kendi varlığını başkalarının varlığına endekslemiş olur. Kendini insanlık arasında belli bir noktaya getirmeye çalışan, insanların gözünde bir idol olup tarihe geçmeye çalışan insanlar kendilerince büyük bir şey başardıklarını düşünseler de tüm başarıları, milyarlarca yıllık evrenin tarihinde bir nokta gibi kalan insanlık tarihinde başka bir ufak çizik olmaktan ibaret olacaktır.

Burada da gördüğümüz gibi insan ırkı olarak kendimizi bir bok sanmakla ünlüyüz. İnsanların gözünde bir yere gelmek veya insanlığı mutlu yarınlara taşımak koca evrenin pekte umrunda değil. Dünyayı kurtarmak gibi hedefler milyonlarca yaşındaki bir gezegen üzerinde çokta önemli gözükmüyor kısacası. Klasik bir laf vardır hani, "insanlardan öncede dünyada hayat vardı, insanlar gittikten sonra da olacak". Bütün olay bundan ibaret.

Özetlersem..

  1. Hayat geleceği kurtarmakla harcanacaksa anlamsızlaşır. Gelecek için birşey yapılmak isteniyorsa koşulları daha kötüye götürmemek yeterli.
  2. Elde edilecek tüm başarılar, kazanılan tüm paralar öldüğünüz dakika "sizin" için anlamını yitirecekler. Yatırımınızı yanınızda götürebileceklerinize yapın.
Eveeeet işin düşünsel kısmını geçersek birde şahsımın pratikte ne yaptığına gelelim. Tamam yukarıdakiler de kişisel düşüncemdi ama herkesin düşündükleriyle yaptıkları tam uyuşmaz bilirsiniz.

Şu ana kadar ne yazıyordum bilmiyorum ama ne mal olduğumu beyan etsem daha iyi anlaşılır sanırım. Düşündüklerimden değil yaptıklarımdan bahsetmek madde madde açıklama yapmaktan iyidir.

İnsanları umursamayan, hatta daha gayet genel olarak umursamaz bir insanım. Bu umursamazlık daha çok topluluklara karşı, yoksa belli bir çaptaki kişilere karşı bu kadar ciddi değil. Bu umursamazlık konusu biraz daha karışık aslında.. Son yıllarda insanların ötesinde olaylara da duyarsızlaşmaya başladım. Hani tv reklamlarında "siz" diye hitap edilir ya, ben hiç bir zaman o "siz"i üzerime alınmamışımdır öyle diyeyim.

Etrafta olan olayları objektif olarak yorumlamak için kendimi soyutlamaya ve daha mantıklı bir bakış açısına sahip olmak için uğraştım zamanında. Bu şekilde hem kendi davranışlarımı görebilecek, hem de olayların başkalarının gözünden nasıl görüneceğini anlayacaktım. Ha başardımda.. Gerektiğinde sorunları dışarıdan bakarak pek çok sorunu çözdüm kendimce. Ama bu iş bir yerden sonra alışkanlık haline gelmeye başladı ve sanki tüm hayatımı film izliyormuşum gibi algılamaya başladım. önceden de sahip olduğum sorumluluktan kaçma duygusuyla birleşince bu çok şık sonuçlar ortaya çıktı, multi kill oldu, killing spree oldu.

Bu durumunun farkına varınca yeni bir revizyona gittim. Olayları kontrol etmeyince nasıl kendi kendiliğine geliştiğini gördüm etrafımdaki. Bu yüzden de kaderci düşünmeye başladım ve bu kadercilikte diplerde bir yere yerleşti. Şikayetçi miyim? hayır.

Bir de şu meşhur bencillik olayım var. Bir kaç kere tepkide gördüm bu yüzden. Neden kabullenmiyorsunuz anlamadım, her insan bencildir millet. kim olduğunuzu inkar etmeyin, gerçekte ne istediğinizi inkar etmeyin. Başkalarına yalan söylemek kolaydır ama insanın kendisine yalan söylemesi tamamen saçmalık. Sahip olmadığınız erdemlere sahipmişsiniz gibi rol yapmak yerine kendinizle barışık olup başkalarının olmanızı istediği kişi yerine kendiniz olun. Elbette bu hareketinde yan etkileri olacaktır.. Ama gerçekte olmayan bir kişiliğine sahip olmaktansa, başkaların etkisinde kalıp hep bir başka insan olma hayaliyle yaşamaktansa içinizde ne varsa o olun. Başkalarının olmanızı istediği kadar iyi değilsiniz belki içinizde ama o sizsiniz ve düşündüğünüz kadar da kötü değilsiniz.

Saat 19:09

5 saat geçmiş. Yazı oldukça karmaşık gözüküyor.. Bunun sebebi arada bambaşka işlerle de uğraşmamdır mutlaka. hatalı yerler editlerle düzeltilecektir, "neden değişti la buralar?" demeyin sonra bana.

Bunları okuyup laf sokmak, nefret kusmak veya omuzlara almak (eheh bunu hiç sanmıyorum ^^) isteyen olursa gidip comment düzebilir.

22 Haziran 2006

Fotograf albümünden gaza gelmek..

Aslında başka bir şey yazıcaktım bugün (hatta dün yazıcaktım da.. neyse başıma gelmeyen kalmadı zaten) ama şu bloga bi foto koyayım artık diye isyan ettim az önce. Fotoları nere koydum diye bakarken lise fotografları arşivimi buldum. bilim o kadar şeye çare buldu, bi zaman makinesi yapamadı be!

Dünya üzerinde tekrar lise okumak isteyen insanlar azdır herhalde, bende onlardan biriyim. Şu anda eğlenmediğim kadar eğleniyordum o zamanlar o kesin. Hele lise sonda gereğinden fazla eğlendim sanırım ki şimdi durumu eşitliyorum. Bu milletle görüşememe olayınında içine edeyim zaten (şu noktada şahsıma küfürler edilse boşa gitmezler)

Lisedeyken tek dert ÖSS falandı (ki ne dert ederdim ya ÖSS'yi o zaman da..), şimdi kafa balon gibi. Yada bilmiyorum, ben kafamı boş yere doldurmaya başladım bu geçen zaman içinde. İnsanlarla ilişkileri mi saçma sapan yönlerde kurduğumdan son yıllarda, can sıkıntısı buna paralel gelişti. Ha arkadaşlarımın hiç birinden zerre kadar şikayetçi değilim (her ne kadar boğazlanası bir kaç tane olsa da), hatta çoğu insanın aksine büyük yüzde de şanslıyım da bu konuda. Arkadaş olacak insan bulmakta hiç zorlanmadım, erkek olsun kız olsun fark etmedi yani. Benim sıkıntılı olduğum kısım başka aslında..

Nedir o konu peki? Fazla benmerkezcil olmam (hayır bencillik anlamında söylemiyorum. Şu anda laf sokmaya hazırlanan organizmalar, zorlamayın). Kendi rahatımı kendim istediğimce bozmamak şeklinde bir karar almıştım zamanında, şimdi de hiç keyfimi bozmuyorum. Ya da yapıştı o keyif bozmama durumu. O sebeple ara ara kendimi gazlıyorum, bir yerde patlayacak o kopup götürücek. Kafamın içinde klasik iyi - kötü çekişmesi gibi hareket etme - etmeme çekişmesi var. Kendi kafamda çeşitli taktiklerle kendi kendimi yenmem gerekiyor çoğunlukla. Bu da gayet sinir bozucu bir durum.

Bu konuyu başka zaman yazıcaktım aslında ama yazmış bulundum. İlerde ayrıntıya girerim belki (ne ayrıntısı var ki?). Ne yazacağımı unuttum ben asıl..

Ha evet hatırladım (5 dakika kadar sonra :|).. Şu son 4 sene içinde kaç tane arkadaş grubu ortamına girip çıktım bilmiyorum ama (aslında biliyorum) sonuçta çoğundan koptum. Yada ne bileyim ayrılıklar falan oldu. O kopukluklar da kontrol dışı oldu hep.. Aslında bilmiyorum benim şahsi hayvanlığımdan da olabilir bazısı. Ama etrafımdakiler ne derse desin kimseyle de öyle sinirlenmedim bu süreç boyunca ki öyle sinirlenen bir bünyeye de sahip değilim bilen bilir.

"Hiç bir şeyi ciddiye almıyorsun/sallamıyorsun" diye yargılayan kişiler var orada burada ama, herşeyi sallayıp da kendi hayatının içine etmek bana göre değil şahsen. Her şeye sinirlenip her şeye kafamı taksaydım ne halde olurum kim bilir. Hmm.. aslında bu kafaya takmama olayını işlemek lazım bi ara, o da komplike. neyse.

Hayat öyle ufak tefek şeyleri dert edip, sinir stres yapacak kadar uzun ve pespembe değil zaten. Uğraşıcak başka konular varken gidipte milletin ufak tefek yanlışlarını takmıyorum. Uğraşıcak konular demişken bu konular da apayrı bir mesele ve yazı konusu (ben bu blogu neden böyle kullanıyorum onu hiç çözemedim ya..).

Bakın önceden söylemiştim ya, sırf şu yazıda bile tek bir konu üzerine yoğunlaşamadım. Oradan oraya atlıyorum aptal gibi. Meditasyon yapmaya falan mı başlasam acaba..

20 Haziran 2006

Stun

Hani insan bazen sıcaktan yada uykusuzluktan dalar gider ya, aynen öyleyim şu an. hatta bu şu an ki halime has değil, hep böyleyim. hep bi böyle düşünceye dalıyorum nedense. bilgisayar başında fazla oturmaktan diye düşündüm ama, bilgisayar başında daha rahat odaklanabiliyorum herhangi bir şeye nedense. eğer başka bir ortamdaysam, hele hele dışarıda falansam awareness 0a iniyo direkt.

Hep böyle rüyadaymış gibi gezinmek can sıkıcı olduğundan minimal tutuyorum zaten olayı. ha bilgisayar başında otururken kafam temiz diye hep bilgisayar başında oturmak da iş değil tabi. Şöyle ayaktayken soğuk duş etkisi yaratacak bir sistem bulsam değişik tatlar yakalayabilirim..

Neyse geçelim bunları, ne diyecektim ben? Ha evet..

Aşağıda yazmıştım, 2004te açmıştım bu blogu diye.. O zaman attığım (ve şu anda silinik olan) mesajlar da zf'ye yeni başladığım falan yazıyordu. Acayip nostaljik geldi. Ömür geçti sanki ya ZF yazmaya başladığımdan ve yazamama hastalığına tutulduğumdan beri (bir açıdan bakarsak iki ömür geçti.).

Nedir lan bu ZF derseniz, ZF "Zaman Fırtınası" oluyor. Lise sondayken yazmaya başladığım bir setting. O zamanlar hala "fantastik r0xx0rz" mantığıyla gittiğimden setting ağır olarak klişelerden oluşuyordu. Sonra da kafama odun mu yedim ne oldu ama cyberpunka verdim kendimi, ZF cyberpunk yazdım. Neden bunları yazıyorum onunda farkında değilim ama sorun şu ki, cyberpunk feci şekilde yarım kaldı (yarım değil de eksik diyeyim), klasik ZF'de oynattığım oyunda ise acayip derecede tıkanmış durumdayım.

Aslında cyberpunk'ı yarım bıraktığımda daha gerçekçi, daha doğrusu gerçek dünyada geçen, whitewolf modeli bir setting hazırlamak için bırakmıştım. Hatta fikirler ardı ardına geliyordu, aşıp çoşuyordum planlarla.. ama ne oldu? bi anda patladım kaldım. Amacım hala buna devam etmek asılda ama bir türlü oturup yazmaya başlayamadım. 1-2 kere kendimi gazlama hareketim oldu ama devamı gelmedi nedense.

Yukarıda bahsetmiştim hani sadece bilgisayar başında net düşünebiliyorum diye ya. Aslında o tam öyle değil. Yolculuk yaparken, bir yandan da müzik falan varsa resmen fikir akıyor. Ama bu yaratıcılık bilgisayar başına oturunca kayboluyor (yukarıda yazdıklarımla çelişmiyorum hayır. net düşünmekle yaratıcı olmak arasında fark var). "Madem öyle yoldayken not al" diyeceksiniz.. Hayır işte olmuyor öyle. Ne yazıcaksam bilgisayarda yazmam lazım yoksa kafamda olayı kalıcı kabul edemiyorum, kağıttakilerde yalan oluyor. Özetle, bu yaratıcılık olayı ben bilgisayar başındayken gerçekleşmeli. Ha bu blogu okuyan zeka küpü arkadaşlar, "iki olayı birleştir, yolda giderken bilgisayara yaz" diyecek olursa "laptop alacak paramız vardı da yedik mi?!" şeklinde bir cevabı uygun görüyorum sizlere.

Bu yukarıda saçmaladıklarımdan çıkartmanız gerek şu: Ya yine bilgisayar karşısında kafam çalışmaya başlayacak, ya da.. sıçtım. Yok sıçmam ama.. Dur bakalım bi çıkar yolu bulucam sonunda nasılsa..

Ah son bir not olarak: tüm bunları 1,5 saatte yazdım. süper dimi? (aslında bi yandan da tv izliyodum.. hmm belki de tv yüzünden böyle oluyordur dikkatim dağılıyordur bilgisayar başında falan..?) Neyse yarın öğleden sonra kafam bir nebze rahatlayacak umuyorum ki (okul, sınav, büt falan..), ondan sonra daha düzgün birşeyler yazabilirim umarım (bloga yani..)

18 Haziran 2006

Yaratıcılık kitlenmesi

Evet aynen bundan var bende.. Yok yani ekran bana bakıyo be ekrana bakıyorum. Her şeyi geçtim, daha şunları yazarken bile böyle bi kesiştik monitörle. Dikkatim mi kayıyor başka yerlere yoksa odaklanamıyor muyum yapıcağım işe, bilemedim yani.

Böyle oturupta yazayım dediğim tonla şey var ama bi başlayamadım daha. tembellik desen o da değil. aslında tembellik olabilir bilmiyorum, o da mümkün. Yine de asıl olay şu bilgisayarda bitiyo sanırım. dağa taşa vurmak lazım ki bünyeyi, kendime geleyim, restart atayım..

Aslında şu güne kadar oturup adam gibi birşeyler yazabildiğim tek zaman, yapacak başka işimin olmadığı zamanlardı. Bu okuldur, yolculuk işleridir fiziksel olarak olmasa da zihinsel olarak meşgul ediyo.

Bunları geçelim, bi kararsızlık ve dengesizlik durumu hakim. Eskiden ne güzel "budur" der geçerdim herşeye ama.. Neyse bi yollara vurayım da kendi mi.. Artık o zamanda bu yaratıcılık sorunu düzelmezse ancak dayak yiyerek kendime gelirim herhalde.

Edit: O da değilde, benim neden adam gibi bi fotografım yok?! avatar olarak koyacak bi foto bile bulamadım. Hayır gayet karizmatiğim (eheh.. :|) ama bir insan her fotoda mı maymun gibi çıkar kardeşim.

14 Haziran 2006

Formating..

2004te açmıştım bu blogu, o zamanlar gmail yeni yeni çıkıyor ortaya. bi yerden duymuşum bende, nerden duyduysam artık, blogspot üyelerine gmail account veriliyor diye.. gittim atladım hemen üye oldum, hatta gaza gelip blog bile açtım ama 2 sene yüzüne bile bakmadım..

ha ne oldu sonra? bu myspace falan filan dalgasına herkes blog yapmaya başlamış. aklıma geldi benimde "benimde vardı dimi bi blog, bi bakayım" dedim, cidden varmış. bi sildim temizledim ortalığı, template de çaktım.. kısacası, buyrun size blog eyledim.