27 Ağustos 2007

OMGWTF (yada kaç hafta oldu neden yazmadım)

Hikayeye devam etmemiş olduğum dikkatinizi çekmiştir. bunun nedeni kablonun sürekli gidip gelmesi ve bu kesinti sırasında benim kendimi farscape ve futurama izlemeye vermiş olmam.

Farscape resmen değeri bilinmemiş bir hazine. Biraz fazla fantastik olsa da çok hoş fikirler var ve dizi kalite olarak da hiç kötü değil. Ama 4 sezon + mini seri kesinlikle yeterli gelmedi bana. Bi sg-1 gibi 10 sezon devam etse fena olmazmış yani. ama yine de hikayeyi falan bağlamayı başarmışlar, tek tesellim odur.

Futurama için ise sözüm yok. Simpsonstan nefret eden bir insan olarak futuramayı çok daha hoş buldum. Yani bir family guy falan olamasa da bir Bender olsun bir Dr. Zoidberg olsun asla unutulmayacak karakterlerdir. Sırf Zoidberg'ün sesi için bile izlenir.

İnternet yokluğunda bir defa daha PS: Torment bitirdim. Böyle bir oyun nasıl yapılmıştır hala aklım almıyor yani. Diyalogların derinliği, karakterlerin canlılığı ve Sigil'ın atmosferi insanı ne kadar boğsa da şehrin bu kadar canlı olması şu ana kadar başka hiç bir oyunda sağlanamamıştır (hepsi birden tek bir oyunda en azından). Bir de büyü animasyonlarında grafik hataları olmasa süper olacakmış (ki bu benim donanımla alakalı sanıyorum.) Torment üzerine söylenebilecek çok şey var ama hiç uzatmıyorum.

Bu geçen süre içinde ilgilendiğim asıl olay ise Atlantis projesinin yanında bir de dnd modeli daha "fantastik" bir setting üzerinde düşünmek oldu. Açıkça söyleyim Farscape'ten çok çalıntı yaptım (bir kaç konsepti yani) ama pişman değilim, güzel olacak.

Atlantis projesi tarihçesini ise yazmaya devam edeceğim, sabırla bekleyin.

07 Ağustos 2007

Project Atlantis (part 2)

Evet nerede kalmıştık...

Hataları düzeltmek için çabalamaktansa herşeyi silip baştan başlatan meleklerden bahsediyordum.

Tufan, hepinizin tahmin edeceği gibi dev dalgaların, fırtınaların, dağların tepelerine kadar yükselen suların tüm dünyayı yok etmesine neden olmuş fakat Tanrı Nuh’a bir gemi yapmasını ve gemiye her hayvandan bir çift almasını söylemiş vs vs... Kutsal kitapların anlattıklarının aksine Aryanlara bir uyarı yapılmamıştı.

Benim burada bahsettiğim tufan yukarıda belirttiğim gibi sadece fiziksel bir yıkım değil aynı zamanda ruhsal ve zihinsel olarak da yıkıcıydı. Bu yıkım hem doğrudan hem de dolaylı olarak oldu. Ortak bir üst bilince sahip insanlık bir anda bu kadar ani bir şekilde yok oluşla karşılaşınca yaşanan şok aralarındaki bu bağı koparttı. Bir bireyin milyonlarca diğer insanın korku ve dehşetini bir anda hissetmesi kesinlikle kolay olamazdı zaten.

Üstbilinçlerinden ayrılan insanlar doğaüstü yeteneklerinden yoksun kaldılar ancak teknolojileri kurtuluşları olacaktı. Tufanı durduracak veya kendileri haricinde başka hiç kimse yada hiç bir şeyi kurtaracak imkanları yoktu. Bu yüzden sular altında kalmakta olan bir kıtada yaşayan milyonlarca insan genelde ne yaparlarsa onu yaptılar ve gemilere doluştular.

Olayların Nuh’un Gemisi miti ile olan bağı bu noktada kurulabilir, çünkü tufanın ilk etkilerini atlatıp hayatta kalmayı başarabilenler bir araya toplandılar ve sular çekilmeye başladığında kendilerini şu anda Mezopotamya olarak adlandırılan yerde buldular.

Tufanın yarattığı yıkımının etkileri geçmeye başlayınca insanlık (artık Aryan ve maymun-insanlar arasında pek bir fark kalmamıştı ve bu yüzden artık bir ayrım yapma gereği duymuyorum) aralarındaki zihinsel bağı kaybettikleri için ortak yaşam da eskisi kadar kolay değildi. Artık gruplaşmalar yaşanıyor, birbirine aykırı fikirler kimi zaman insanlar arası şiddetin ortaya çıkmasına bile sebep oluyordu. Bu yüzden her grup kendi yolunda kendine ait bir toprağa yerleşmek üzere ayrıldı.

7 ayrı grup olarak dünyanın dört bir yanına yayıldı insanlık. Ancak eski ihtişamından geriye çok az şey kalmıştı Atlantis uygarlığının. Artık sadece uzun ömüre sahip Aryan’lardan oluşmayan insanlık zamanla daha kısa ömürlü, daha unutkan, daha cahil ve daha saldırgan hale geldi.

İnsanlık Atlantis mirasından kalan son kozunu Babil’de kullandı. Tufandan sonra gerçekliği etkileme yeteneklerini kaybeden insanlar arasında bir kaç kişi bu yeteneklerini, bir üstbilince bağlı olmadan bireysel olarak kullanmanın yolunu bulmuştu. Bu az sayıda kişi artık cahil ve cahilliğinden memnun insanlar arasında “büyücü” olarak anılmaya başlamıştı. Ancak “büyücü” diye adlandırılan bu insanlar bilgi birikimleri ve bilgelikleri sayesinde yeni kurulan medeniyetler arasında saygı kazanmışlardı.

Büyücüler arasında bir kardeşlik anlayışı olsa da fikir ayrılıkları çoktu. Atlantis’in ve medeniyetlerinin yok oluşunun hesabını meleklerden ve cennetten sormak gibi delice amaçları olanlar vardı aralarında. Ancak her ne kadar deli olsalar da oldukça ikna edici olabiliyorlardı. Babil kralına göklere uzanan bir saray inşaa edeceklerini ve tüm insanlığın bu kule etrafında toplanacağı, kendisinin de bu insanların efendisi olacağını söylediler. Olayların böyle gelişeceğini pek sanmıyorlardı fakat kralı ikna etmek için biraz yalanın zarar vermeyeceğini düşünmüşlerdi.

İkna olan Babil kralının ardından dünyanın tüm milletlerini Babil’de toplayıp bu amaç için çalıştılar. Aralarında karşı çıkanlar isyan edenler oldu, fakat Babil kulesi yükseliyordu.

Ancak melekler yine boş durmuyordu. Tufanın ardından insanların tekrar eski sapkın yollarına dönmelerini engellemek için aralarından bir kısmını tekrar dünyaya yolladılar. Ancak bu sefer melekler insanlarla olan mesafelerini koruyacaklardı. Hala tamamını yok edip edemediklerinden emin olmadıkları Nephilimlerin yeni bir neslinin ortaya çıkması tehlikesini bu şekilde yok etmiş oluyorlardı.

Bu melekler insanlara tanrının ve cennetin yolunu anlattılar. Ancak dünyanın ayrı köşelerine dağılmış ve atalarının yaşadıkları hakkındaki bilgilerin çoğunu oldukça hızlı bir şekilde unutmuş olan insanlar bu ilahi varlıkları Tanrı’nın bizzat kendisi sandılar. Kendilerine Tanrı sıfatı yakıştırılan melekler önce insanlara bu düşüncelerinin yanlış olduğunu ve bunun büyük bir günah olduğunu söyleseler de, artık dünyanın havasından mıdır nedir, bir süre sonra kendileri de bu sözlere inanmaya ve kendilerini tanrı sanmaya başladılar.

Cennetin melekleri zıvanadan çıkmıştı fakat bu tanrı-melekler cennete olan sadakatlerini yitirmediklerini ve sadece numara yaptıklarını belirterek bu gidişatın engellenmemesi sağladılar. Kendilerini Tanrı ilan etmeleri cennetteki melekler açısından işlenebilecek en büyük günah ve küfür olsa da insanların yaratabilecekleri sorunları engel olmanın en kesin yolunun bu olacağı konusunda karar kıldılar.

Tanrı-melekler insanları oldukça yakından takip edip hem keyif sürüyorlar hem de cennetin müdahalesini engellemek için sürekli bir cennetle iletişim kuruyorlardı. Babil’de gelişen olayları ise rapor etmek yerine çıkar sağlamak için kullandılar.

Babil kulesinde “Cennete açılan kapı” yapıldıktan sonra bu kapının gerçekten cennete açılmasını sağlayacaklar ve belki de tek rakipleri olan Cennet’in meleklerini ortadan kaldıracaklardı. Fakat kendi kardeşlerini çok küçümsemişlerdi.

Daha fazla detaya gerek yok, özetle Babil Kulesi yıkıldı, tanrı-melekler dağıtıldı ve cennetten sonsuza dek sürüldüler.

İnsanlar da tekrar tekrar sorun yaratmaya devam ediyorlardı ve aynı şeyin tekrarlanmasını engellemek için insanlara Atlantis’ten geriye kalan son miras olan konuştukları ortak dili unutturup sayısız ayrı dile dönüştürdüler. İnsanlar bir daha bir araya gelemezlerse bir daha baş kaldıramazlardı, sorun çözülmüştü. Yada çözülmemiş miydi?

Not: Babil’den Rönesans’a kadar yazacağım demiştim ama bu kısmı bile biraz fazla oldu bu blog için. Neyse yavaş yavaş ilerliyorum, acelesi yok nasılsa. Bir dahaki bölümde peygamberler ve “ilahi dinlerin” gelişi, Orta Çağ’da gelişen olayları anlatacağım. Ayrıca Nephilim’e tufandan sonra ne oldu, tamamen yok mu oldular, o konuda da birşeyler yazarım sanırım.

06 Ağustos 2007

Project Atlantis (part 1)

Project Atlantis her ne kadar üstünde çalıştığım settingin adı olmasa da, daha bir isim bulamadığım için bu yazı boyunca bununla idare edeceksiniz.

Bu settingim üzerinde bir önceki settingim Zaman Fırtınası (ve yine aynı evrenin geleceğinde geçen ZF Cyberpunk) üzerinde çalışmayı bıraktıktan kısa bir süre sonra düşünmeye başladım. Her halde 3 sene önceye falan denk geliyor bu da.

Başlangıçta şu anki haliyle pek alakası olmasa da (ZF'de öyle başlamıştı aslında...) sonradan epey bir değişim geçirerek şu anki haline geldi. Daha settingin içeriği hakkında bilgi vermeden böyle konuşunca bir şey anlaşılmıyor tabi ama, ön bilgi olarak bunu vermek istedim.

Ha bir de başlamadan önce okuyacaklara not: Eğer dini konularda hassassanız, milliyetçilik konusunda hemen gaza gelip "ne diyosun lan sen itin soyu!!" şeklinde çıkışlar yapıyorsanız bu yazıdan (ve devamında bu settingi anlatan yazılardan) koşarak uzaklaşmanızı tavsiye ederim. Sizin hassas doğanıza saygı göstermek gibi bir amacım yoktu bu setting üzerinde çalışırken. Eğer bu saydığım özelliklere sahip değilseniz, buyrun hoşgeldiniz.

Setting dünyamızda, daha doğrusu dünyamızın alternatif bir halinde geçiyor. Eğer bu işlere yabancı değilseniz biraz World of Darkness'a benziyor diyebilirim. Ancak wod'da olduğu gibi gerçek dünyanın daha karanlık halini değil, dünyamızın birebir halini barındırıyor içinde. Tek farkı din mitlerinin biraz "değişik" bir yorumu.

Hikayemiz evrenin yaratılış anı ile başlıyor. Tanrı (The Lord, Allah, Yehova.. ne derseniz işte), cennetinin tüm meleklerini toplar ve bu son yaratımının kendilerine emanet ettiğini söyler ve cenneti terk eder. Elbette bu insanların bildiği kadarı işin. Tanrının bir yeri terk edebilecek bir fiziksel forma sahip olup olmadığı, tanrının ne olduğu, ne olmadığı günümüz dünyasında ne kadar kesinse burada da böyle. Fakat Aryan'ın kabul ettiği gerçeklik budur.

Tanrının varlığından mahrum kalan melekler kendilerini boşlukta hissederler ancak kendilerine verilen emir doğrultusunda evreni Tanrının geri dönüşüne kadar "işler halde ve tek parça" tutmak üzere çalışmaya başlarlar.

Tanrı evrenle birlikte bir de "insan" denen bir yaratık yaratmıştır. Bu insan denen yaratıklar meleklerden pek aşağı kalır olmasalar da melekler gibi yaratılmamışlardır. Sayısız melek kendilerine düşen bu yeni görevi yerine getirmek ile meşgulken, daha varoluşa yeni gözlerini açmış olan insanlar, öğrenmeye olan açlıklarını Eden'ın en büyük ağacının meyvelerini yiyerek gidermeye çalışmışlardır. Burası bildiğimiz yaratılış destanı kısmına benziyor ancak ortada bir şeytan, bir adem ve bir havva (en azından bu isimlerde spesifik kişiler) yok. Tamamen özgür irade.

İşleri başlarından aşkın olan melekler dikkatlerini cennetten at koşturan insanlardan çok daha galaksileri yeni oluşmaya başlayan evrene vermiş olduklarından insanları dünyaya postalamayı uygun bulmuşlardır. Çünkü Bilgi ağacı meleklere Tanrı tarafından yasaklanmıştı, neden kendilerinden daha basit insan ırkının yemesine izin verilsindi ki? Sonuç olarak insanlar, daha az sorun çıkartacakları düşünülen bu dünyaya postalandılar.

Yaşamdan yoksun bir gezegene sürülen insanlar çevreyi yaşanabilir kılmak için bir anlamda "terraforming" çalışmasına giriştiler. Çünkü Tanrı evreni yaratmış olsa da bu evren yaşamdan yoksun, yarım kalmış bir çalışma gibiydi.

Tabi şundan bahsetmeyi unuttum. Bu setting bağlamında insan ırkı (ve elbette melekler de), Tanrının sıfatlarından olan "irade"ye sahip. elbette gerçekte de bunun böyle olduğu kabul ediliyor dinlerce, fakat benim demek istediğim bu değil. Kutsal kitaplarda Tanrının iradesi demek, Tanrının sadece isteyerek isteğini gerçekleştirmesi anlamına gelmektedir (let there be light tribi yani).

Hikayemizin başrolü olan İnsanlar da bu özellikten nasibini almış bir varlık çeşididir. Ancak bu yetenekleri dümdüz iradelerini gerçekleştirmek değil hayallerini gerçeğe yansıtmak şeklinde çalışmaktadır, Platon'un mağara teorisindeki idea-madde yansıması gibi. Ayrıca bu insanların arasında, aynı kendilerinin bir üstü olan meleklerin kendi aralarında sahip olduğu bağ gibi bir bağ vardır. Neyse bu konuya daha sonra tekrar değineceğim zaten.

Yüzlerce (belki de binlerce) yıllık ömre ve doğaüstü (?) yeteneklere sahip insanlar kendilerine Aryan adını verdiler ve yeni yaşam alanlarını düzenlemeye başladılar. Cennette gördükleri her tür canlıyı (ki cennette gördükleri kendileri ve melekler haricindeki tek canlılar bitkilerdi) dünyada da var eden insanlar ilk yerleşimlerini bulundukları dev platoya kurdular. Bu şehre Atlantis adını veren insanlar aradan geçen zamanla çoğaldı ve Atlantis'de buna bağlı olarak genişledi ve gelişti. Teknolojik olarak günümüzden çok daha ileri seviyelere ulaşan insanlar, Atlantisi bulundukları kıtanın merkezini tamamen kaplayan dev bir uygarlık haline getirdiler.

Bu sırada melekler boş durmuyor ve Tanrının kendilerine verdiği amaç doğrultusunda evreni geliştirmeye ve doğanın dengesini korumakla uğraşıyordu. Fakat milyonlarca yıl süren Atlantis'in huzurlu ortamı kaçınılmaz bir şekilde bozuldu.

Bu sorunun kaynağında insanların ilk defa hayvanlarla karşılaşması var ancak hayvanların nasıl ortaya çıktığı konusu pek kesin değil. Meleklerin evren çapında bir yaşamı yayma çalışması sonucu da mı ortaya çıkmışlardı, yoksa insanların dünyaya getirdikleri bitki yaşamının aradan geçen yüz milyonlarca yıl sonunda evrimleşmesi sonucunda mı belli değil. Fakat Atlantis'in ve insanlığın gerilemesinin sebebi olan korkunun hayvanlardan insanlara yayıldığı kesindir.

Aradan geçen zamanla sayısı yüz milyonlara ulaşan insanlığın ortak bilinci o kadar güçlenmişti ki, insanların rüyaları ortak bir düzlemde yaşanıyordu ve çok güçlü duygular kontrolsüzce gerçekliği etkiliyordu. Fakat bu duygular hiç bir zaman zararlı değildi. Ortak bir üst bilince sahip insanlar zaten tam bir birlik içinde yaşıyorlardı. Fakat hayvanların insanlara tanıştırdığı korku duygusu bir hastalık gibi yayılmış ve o güne kadar var olmayan kabusların ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

İlk başlardan hayvanlardan korkan insanlar zamanla kendilerinden, sonra çok daha çeşitli şeylerden korkmaya başlamışlardır. Geceleri rüyalarında bilinçaltlarında ortaya çıkan korkunç yaratıklar birer rüya olmaktan çıkıp gerçek dünyada var olmaya başlamışlardır.

Zamanla sayıları baş edilmeyecek şekilde artan bu canavarlara karşı Aryan çözümü Atlantis'in etrafını bir duvarla çevirmekte ve şehrin içine saklanmakta bulmuştur. Fakat bu çözüm çok kısa sürmüştür çünkü insanların kabusları sona ermediğinden canavarların sayısı azalmak yerine artmış ve insanların yarattığı her engele karşılık, bu engelin geçileceği korkusu yüzünden bu engelleri aşan yeni canavarlar ortaya çıkmıştır. Örneğin, Atlantis etrafına örülen ilk duvarlar alçak ve zayıfken, iri canavarların bu duvarları yıkması daha büyük ve yüksek duvarların inşaa edilmesiyle çözülse de insanların daha büyük bir canavarın gelip o duvarı da yıkacağı korkusu bu tür yaratıkların ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Sonunda çaresiz kalan insanlar ilk defa şiddete başvurmak zorunda kaldılar ve ilk savaşlarını bu kendi yarattıkları bu canavarlara karşı verdiler. Gerçeği etkileme yetenekleri her ne kadar gelişmiş ve güçlü olsa da bu sayısız yaratığa karşı pek bir etkileri yoktu. Çare olarak kendilerine en çok benzeyen hayvanlar olan maymunları (daha doğrusu maymunların atalarını) geliştirerek goril-insan arası bir ırk yarattılar.

Bu maymun-insanların kullanılması ile Aryan insanlar tüm dünyayı canavarlardan korkularından arındırdılar ve disütopik denebilecek bir toplum haline geldiler. Ancak bu kabuslarına tam olarak engel olmuyordu tabi.

İnsanlığın bu sorunları takip eden melekler, zamanla fiziksel ve zihinsel olarak günümüz insanı kadar evrimleşen maymun-insanlarla Aryanların birbirine karışmaya başladığını görünce duruma müdahale etme gereği duydular. Sonuçta Aryan, Tanrının yarattığı orijinalliğini kaybediyordu ve evrenin "bekçiliğini yapmak" görevleriydi.

Atlantis'e yollanan melekler dev birer insan görünümünde gelmişlerdi dünyaya. Grigori adlı bu melekler insanları "Tanrının yoluna" geri döndürmeye çalıştılar ancak kendilerini cennetten kovan melekler hakkında çok hoş anıları olmayan insanlık bu fikirlere pek sıcak bakmadı. Ancak Grigori ısrarcıydı ve insanlar arasında yaşamaya başladılar.

Grigori, meleklerin de hata yapabileceğinin kanıtı olmuştu Aryanlar için. Aryanlar ve maymun-insanlar arasındaki ilişkiyi sona erdirip Aryan'ı doğru yola çekmeyi amaçlayan Grigori aynı hatayı kendileri yaptılar ve Nephilim doğdu.

Cennet'in melekleri kendi aralarından çıkan Grigori'nin bile insanlar arasında günaha kapıldığını görünce yaptıkları tüm hataları silmek, Nephilim'i ve maymun-insanları yok edip Grigorileri de baştan çıkartan Aryanlara ders vermek için bir Tufan ile herşeyi yok etmekte buldular. Ancak hepimizin bildiği gibi bu pek de çözüm olmadı...

(devam edecek... bir daha ki bölümde: Babil'den Rönesans'a kadar yaşananlar)

Not: bu yazdıklarımın şu anda pek bir şey ifade etmediğini ve diğer çoğu benzer settingin de benzeri şekilde geliştiğini biliyorum. Bir sonraki yazıda olaylar anlam kazanmaya başlayacak. Bu arada setting'de mage: the awakening'den hiç bir alıntı yoktur. Alıntı varsa whitewolfdakiler benden yapmıştır alıntıyı :P