24 Aralık 2007

A long time ago, we used to be friends...

2007'nin muhtemelen son yazısı ile karşınızdayım. 6 yaşımdan beri (evet, evet...) ilk defa bu kadar çok boş vaktim oldu ve boş zamanımı ne kadar boş değerlendirdiğimi bu sene fark ettim. Okulun pratik olarak bitmiş olması ve benim iş aramayan bir işsiz oluşum (ki bambaşka bir hikayedir), haftanın altı günü evde yaymama olanak sağladı. Pazar günleri gittiğim ispanyolcayı hariç tutuyorum. Onu da epey saldım bu aralar, bi yakalama çalışması yapmam gerekecek sanırım.

Bu senenin bir diğer anlam ve önemi ise tonla dizi izlemiş olmam ve bu yönden eksiğimi büyük ölçüde kapatmış olmam. Amerikan tv yayınlarının son 10 sene içinde çıkarttığı bütün büyük yapımları izlemiş durumdayım sanırım. Madalyamı altından yapmanızı tavsiye etmem, platin olsun.

Şaka bir yana Stargate sg-1'dan friends'e, farscape'ten veronica mars'a kadar (farscape amerikan değil avusturalya yapımıydı ama gereksiz detaylar bunlar :P) 5-6 adet diziyi izleyip hazmettim. Bunları zaman olarak toplasanız 1 aydan fazla sürecek bir izleme süresine denk geliyor. Sırf sg-1'ın aradaki uyuma süreleri dahil 2 hafta sürmesi, friends'in de aynı şekilde bir 7 küsür gün sürmesi olayın büyük bir yüzdesini kapsıyor.

"You know what they say... Veronica Mars, she is a marshmellow"

Neyse dizi muhabbetine girmemin sebebi bu değildi tam olarak. Şu geçtiğimiz bir hafta içinde kafamın bozuk olmasını yaşayan dünyaya mental kapılarımı kapatıp full dizi izleyerek geçirdim. Akabinde Veronica Mars'ın harika bir dizi, Kristen Bell'in çok güzel bir insan, CW'nin de şerefsiz bir kanal olduğunu belirtmek istiyorum (dizinin 4. sezonunu iptal etmeleri nedeniyle). Beklediğimden çok daha iyiydi, Lost'ta olduğu gibi çok işlenmiş bir konsept nasıl derinleştirilir bunu gösterdiler. Her sezonun ana davasında hep "işte çözdüm olayı ahahaha" diye gaza geldiğiniz anda ters köşeye yatırdılar, takdir ediyorum.

"She is never desperate... or lost... She is Veronica Mars"

Bir diğer gelişme de bu gerçekleştirdiğim anti-sosyal hareketin sonucunda beynimin damarları açıldı ve sonunda ufak tefek bir şeyler çiziktirmeye başladım yine. Benzeri şekilde devam edersem destan yazabilirim sanırım. Örneğin sırf dün gece/bu sabah gördüğüm rüya (yada rüya mıydı, yoksa ben uykulu olarak düşünüyor muydum? herhalde rüyaydı) tek başına kitap olabilecek detaya ve kaliteye sahip. Ama çoğunu unutmuş olmam nedeniyle aklımda kalan kısımları not alarak yakında başlatacağım campaignde main plot olarak kullanmayı düşünüyorum. Hikaye kendisini yazacakken ben niye uğraşayım değil mi :)

Yazının başında belirttiğim gibi bu senenin son yazısı bu olacak gibi. Şimdi gidip setting hakkında bir şeyler karalayabilirim. Daha kural sistemini halletmedim ya hadi bakalım.

PS: Bedavaya kaliteli flow tree chart yaratabilen bir programa ihtiyacım var acilen. Smart Draw can sıkıcı şekilde 7 günlük bir triala sahip ve 7 gün içinde bitiremem yapacağım işi. Ha çalışan crackli versiyonunu bulan olursa hayır demem tabi :)

04 Aralık 2007

Half-life

Part 1:

Bir kaç post önce yazacak konu bulmanın ne kadar zor olduğu söylemiştim. Sonra "ben" hakkında yazabilecek tonla şey olduğunu keşfettim. Nasıl birşey yazsam diye düşünürken geçen gün Tuana'nın bir yazısı nelere değinebileceğim hakkında fikir verdi.

Arkadaşlarım, tanıdıklarım, ailem herkes benim hakkımda belli bir fikre sahip. Nasıl oluşturduğumu bilmediğim bir imaj var ve benim bu imajdaki insan olduğumdan fazla eminler. Bir tek ben değilim herhalde.

Her hareketimi, her düşüncemi yaptıktan "sonra" iki kere düşünen (evet çok akıllıca :D) birisi olarak bana atfedilen pek çok şeyi haksız buluyorum. Ben mi kendimi yetersiz görüyorum, kendime güvensizim mi de böyle diyorum emin değilim. Sanmıyorum ama, kendime güvensiz olsam çekingen olurdum... alakam yok.

Örnek olarak pek çok kişinin inatla bana "yaratıcı" demesi. Eğer ben yaratıcı isem insanlığın yaratıcılık seviyesi için ağlarım. "Zeki" yada "iyi" diyorlar... ben mi? peh. Bir kaç arkadaşım bilir ne kadar içten pazarlıkçı olduğumu, ne kadar bencil düşündüğümü, ne kadar duyarsız olduğumu. Empatimin yüksek olduğunu söylerim (cidden öyledir) ama bu empati ile duyarsızlık birleşince ortaya ben çıkıyorum.

Bazı arkadaşlarım ne kadar sevecen olduğumu söylerler (kızlar özellikle?!), ama suratlarına karşı ne kadar bencil olduğumu ve tüm mentalitemin sadece kendim üzerine kurulu olduğunu söyleyince hiç kimseyi kendime inandıramıyorum.

Çoğu insan benim yaptığımın tersini yapmaya çalışır, ne kadar iyi ne kadar başarılı ve zeki olduklarını başkalarına göstermeye ve kabul ettirmeye çalışırlar. Ben neden bunun aksini yapıyorum? Yukarıda söylediklerimle kendimi kötülemeye çalışmıyorum aslında, sadece insanların gözünde oluşturduğum bu yanlış imajdan rahatsızım. "Kötü" değilim belki ama ya "iyi"? iyi de değilim. Kimsenin sandığı kadar başarılı ve zeki de değilim.


Part 2:

Çok emo yazmışım. Karamsar değilim realistim sadece. Yanlış tanınmaktan, abartılmaktan ve benden elimden olandan fazlasının beklenmesinden korkuyorum. Korku değil de rahatsızlık duymak diyeyim yada.

Yine Tuana'nın yazısında tanımladığı insan tipine baktım da (ki bu tanımlar sadece onun değil insanların çoğunun sahip olduğu beklentiler, o yüzden referans olarak alıyorum), ne kadar uzağım "mükemmellik"ten.

Tamamen kendisi için yaşayıp, olası tek amacı mükemmellik olan bir insan için epey ağır birşey bu. Ama sonuçta tamamen sosyal beklentiler bunların çoğu.

Şu iyilik kısmına taktım birazda. Şaka olarak söylediğim bazı konularda (örneğin gidip banka soymak gibi :P), biraz da ciddiyet var sanırım. Yani çalıntı parayla yaşayabilecek kadar yüzsüz bir insanım. Vicdanım da sızlamaz herhalde. Ahlaki muhatap olarak vicdandan başka bir şeyim olmadığından neden gidip hırsızlık yapmadığımı da bilemiyorum ama. Belki de kendime yediremem... bilmiyorum.

Bu dediğimden daha çok takıldığım tek şey de bilgili olarak adlandırılmam. Hiç bir zaman yeterince bilgili olduğuma inanmıyorum. Bölük börçük, kopuk bilgilerden oluşan bir zihnim var ve bunların %90ı konusunda gerçekten inanılmaz yetersizim. Gerçekten birşey biliyorum diyebileceğim konularda da yeteneksizim. Böyle bir kördüğümdeyim yani. Ah kendime bu kadar önem vermeme rağmen kendimi geliştirmeye üşenecek kadar tembel olduğumu belirtmeyi unutmuşum, o da var evet.

İçten içe kendimi bazı insanlardan üstün görmem (nefret ediyorum bundan ama...) ve elitistliğim (buna lafım yok) gibi biraz kontrolüm dışında gelişen karakteristik özelliklerim var bir de. Sanırım bencillik ve potansiyel narsisistliğin alt dalları olarak gelişmişler.

Neyse fazla uzattım sanırım. Yazdıklarımı karamsarlık olarak almayın, gerçekler bunlar ne yazık ki :P Hayallerinizi yıktıysam özür dilerim ^^.

28 Kasım 2007

Third Person View

İnsanları genelde empati yoksunu olmakla suçlarız. "Kendini onun yerine koy, bak ne kadar kötü hissedeceksin" gibi şeyler söyleriz başkalarına pislik yapanlara. Ama herşey gibi fazla empati de zararlı mıdır?

Başkalarını bilmem ama başkalarını tarafsızca gözlemleyip, olaylara objektif yaklaşma yetisi bende ters tepmeye başladı. Hatta uzun süre önce başladı ama daha yeni fark ediyorum.

İnsanlara ve olaylara sanki kendim orada değilmişim gibi bakmaya o kadar alışmışım ki, kendimi etkileyecek olaylara taraflı yaklaşmak zor geliyor. Kendimi ve olayları tps oyunlarındaki gibi biraz yukarıdan bakıyormuş gibi hissediyorum. Sonra bir sorumluluk alıp bir anda fps moduna geçince ne olduğumu şaşırıyorum.

Hatta bu iş o kadar ileri ki, bilincim "kontrollü rüyalar" gibi çalışıyor artık. Kimi zaman birşey söyler yada yaparken kafamın bir tarafında aynı anda "ne yapıyosun oğlum sen, saçmalama iki dakika!" diyorum kendime. Morpheus'un Neo'ya dediği gibi daha önce hiç uyanmadığım bir rüyanın içinde yaşıyorum sanki.

Burada söylenmesi gereken "daha bireysel bak olaylara, daha çok tuttuğunu kopart" gibi birşey olmalı herhalde ama ne yazık ki ben şu anki bakış açımdan da memnunum. Şu geçiş sürecini kolaylaştıracak sihirli iksir olsa da içsem, o yeter bana.

Objektif yaklaşabilme yeteneğim sahip olduğum sayılı şeylerden bir tanesi ve kaybetmeyi göze alamıyorum, göze almaktan öte istemiyorum zaten aksini. Var olan sosyal toplum dalgasının içine atlamak istemiyorum. Bireysel olarak giderek daha anti-sosyalleşiyorum belki ama bu pek de umrumda değil yani. Aslında umrumda ama sadece "daha fazlası da olabilirdim" dememe neden oluyor o kadar.

Neyse, şu bahsettiğim iksirin tarifini bilen varsa söylesin. :P

19 Kasım 2007

X-ray vision!

Bilmiyorum başka insanlar sokakta yürürken karşıdan kendilerine doğru gelenlere bakınca ne görüyorlar ya da ne görmek istiyorlar, ama ben hep benzer yüzleri görmekten sıkıldım. Çok iyi bir yüz hafızam yoktur zaten, herkes birbirine benziyor gibi gelir hep.

Hafızamı geliştirmek, birazda insanları daha rahat tanıyabilmek için bir aralar ufak detayları aklımda tutmaya çalışırdım. Daha sonra bu yüzün değişik bölümlerini incelemeye geldi; burnun şekline, çene ve dudak şekline. Hatta bir ara kafamda listelemeye, tanıdıklarımın yüz şekil ve ifadeleriyle kişiliklerini bağdaştırmaya çalışmıştım. Daha sonra pek uğraşmamaya başladım bununla, insanları aklımda tutmanın o kadar da önemli olmadığını düşünmeye başladım o yüzden herhalde. Asıl konu bu değil ama.

Topluluk önünde konuşacaklara yada iş görüşmesine gideceklere verilen klasik tavsiyedir bu; "karşındakileri çıplak hayal et, o zaman heyecanlanmazsın". Benim bahsedeceğim olay da bunun gibi ama aynı amaçla değil.

İnsanın karşısındaki çıplak görmesi nasıl bir rahatlık sağlayabilir anlamıyorum zaten. Hele karşı cinsten ise tamamdır zaten, o zaman görürüm heyecanı.

Her lise mezununun insan biyolojisi hakkında aşağı yukarı bir bilgisi vardır herhalde. Bir süre önce bu "çıplak görmeye çalışma" işi nasıl oluyor diye kafa yorarken ve sokakta ne dinlediğim müzikten ne de düşünecebileceğim diğer konulardan tad alabilirken, işi bir adım daha ileri taşımak nasıl olurdu diyerek sırayla karşımdakileri yürüyen sinir sistemleri, kemik ve kas yapıları olarak görmeye başladım.

Evet ilk bakışta "ruh hastası mısın sen?" diyebilirsiniz ama pratik olarak deneyince diğer insanların ne kadar kırılgan ve "ölümlü" olduğunu fark ediyorsunuz. nefes alıp veren ciğerleri, atan kalbi görünce size ne kadar benzediklerini fark ediyorsunuz. minibüste yanınızda oturan adamı tamamen iskelet olarak görebilmeye başlayınca ve hareketleriyle gözünüzde canlandırdığınız görüntüyü eşleştirince insan fizyolojisine hayran kalmamak imkansız.

Bu yöntemi insan kendisine de uygulayabiliyor elbette. Kendi elime bakıp, hareketler sırasında kasların, kemiklerin, sinirlerin ve damarların nasıl hareket ettiğini az düşünmemişimdir.

Dediğim gibi biraz insan fizyolojisi hakkında bilgi sahibi olmak yetiyor bunun için. Karşınızdaki anadan doğma hayal etmek yerine, etten kemikten bir canlı olarak görmek çok daha işe yarardır bana kalırsa.

Bahsettiğim bu yöntemin dışında bir de yolda karşılaştığınız insanların görünüş ve hareketlerine bakarak o anda ne düşündüklerini, nasıl bir hayata sahip olduklarını tahmin etme oyunu vardır. Ama bu daha çok bilinen ve uygulanan bir yöntem olduğu için üzerinde durmaya gerek duymadım. Herkes yapıyordur herhalde bunu :P

Not: Bu yazıyı okuyup beni psikopat bir katil yada doktor adayı sanan varsa yazıyı bir daha okumasını tavsiye ederim. o_O

15 Kasım 2007

Baydınız artık...

Bu yazıyı ilk foruma yazmıştım ama orası yeri değil, anlamsız kavgalar çıkartır diye silip buraya koyuyorum. Buyrun:

"O kadar birşey yazmıycam, birşey demiycem diyorum ama, artık yeter buraya patlıyorum arkadaşlar.

Son zamanlarda Atatürk hüeee!! diye çığıran insanların sayısı haddinden fazla aştı. Hani Atatürk şimdi hayatta olsa ne olurdu muhabbeti vardır ya, bence Atatürk şimdi hayatta olsa kahrından ölürdü. Hayır pek çoğunuzun düşündüğü sebeplerden değil, bu Atatürk fanları yüzünden.

Bir insan bu kadar idolleştirilebilir, öğretileri bu kadar ikinci plana atılabilirdi herhalde. Sağa sola Atatürk yaşasın, çok seviyoruz ühühü diye yazacağınıza kendisinin savunduğu fikirleri yazsanız, tartışsanız, uygulasanız düşünseniz Atatürk'ü çok daha yüceltmiş olurdunuz. Sonuçta düşünce ve hareketleri olmadan Atatürk sadece bir insandı.

Bir laf vardır, basit insanlar tarihteki kişileri, kafası çalışan insanlar ise tarihteki olay ve düşünceleri tartışır diye.

Kısacası şunu diyorum, milletçe kafamız çalışsın biraz, "Atatürk" lafını aşıp, demokrasiye, halkçılığa, inkılapçılığa geçelim biraz. Hani mesela?"

07 Kasım 2007

Blah blah blah

Önceden yazı yazmaya başlamanın ne kadar zor olduğundan falan bahsetmiştim. En önemli zorluklardan birisi yazacak konu bulamamak. Konuyu bulduktan sonra yazacak birşey bulması kolay. Aslında sağa sola bakıp herhangi random bir konu hakkında yazı yazılabilir. Ama bunun yazar için ne kadar manevi değer taşıdığı tartışma konusu.

Mesela bakalım etrafımda neler var şu anda: Hemen solumda cep telefonu, pc parça fiyat listesi, lamba ve ispanyolca sözlük var. Önümdeki monitör ve klavyeden bahsetmeme gerek yok. Sağ tarafta ise tv ve yatak var. Bunlardan uygun bir yazı konusu çıkartamadım şahsen.

Geçelim daha az maddi şeylere... Haftaya iki tane alttan dersime ait sınav var. Oturup burada ne kadar çalışmam gerektiği hakkında, sınavları veremezsem okulun daha da uzayacağı hakkında dert yanabilirim. Ama bu konuda yazı yazmış olmak beni tatmin eder mi? hmm... sanmam.

Başka ne var elimde bir düşüneyim. Hakkında yazacak büyük bir problemim yok (parasızlık hakkında yazabilirmişim aslında :P). Problemsizlik hakkında bir yazı yazsam nasıl olurdu? Biraz fazla "emo" kaçardı herhalde. Emo'luk bu mudur o da ayrı konu tabi.

Daha "n00b" konular hakkında yazabilirim belki (bazı bir kaç arkadaşımın diyeceği gibi). Beklediğim tonla oyunun bu ay çıkması, ancak sevgili türksat aş'nin hala kablo internet hızlarını söz verdikleri gibi arttırmadıklarından dem vurabilirim. Anladığınız gibi internetten indiriyorum oyunları, korsan kullanıyorum, mutluyum gururluyum, param yok orijinale.

Şöyle bir baktım da yazdıklarıma şimdi, biraz fazla sinir yüklü olmuş sanki. İçten içe bişeylere mi sinirliyim ki acaba? Yoo, aslında değilim. Hmm.. meditate on this, i will.

01 Ekim 2007

Project Atlantis (part 3)

Babil Kulesinin çöküşünün ardından tekrar dünyanın dört bir yana dağıldı insanlar. Artık aralarındaki bağları tamamen yitirdikleri için onları birbirine bağlayan hiç bir şey kalmamıştı. Uygarlıklar birbirinden bağımsız, tarihlerini tamamen unutmuş bir şekilde gelişmeye devam ettiler.

Kendini tanrı ilan eden melekler ise Kulenin çöküşü ile birlikte popülaritelerini yitirmeye başladılar. Ayrıca cennete baş kaldırılarının cezası bu kadarla kalmamıştı, ancak melekler arasında gelişen bu olaylar hakkında insanların elindeki tek bilgi kaynakları “kutsal kitaplar” olduğundan bilinenler kabaca melekler arasında bir savaş olduğunu ve Cennetin galip gelerek baş kaldıran melekleri Cehennem adı verilen yere sürdükleridir.

Cennet’in insanlık üzerindeki son ve şu güne kadar ki en etkin planı kendilerinden birini yollamaktansa insanlar arasından birilerini bu işle görevlendirmek olmuştur.

Son bir kaç bin yıl boyunca insanlığa öyle yada böyle yol gösterip istedikleri şekle sokmaya çalışan melekler, insanların bu işi kendi aralarında gayet başarılı bir şekilde halledebileceklerini görmüş ve uzun bir süre boyunca çeşitli insanları “peygamber” olarak atayarak “din”lerini yaymışlardır.

Önceki hataların tekrarlanmaması için her dinde ortak bir tarih ve bu tarihten çıkartılacak dersler belirtilmiştir. Bu dinlerdeki en önemli yasaklardan birisi ise “büyücülüğün yasaklanması” olmuştur. Her kültürde aynı seviyede olmasa da büyücü avları dönem dönem dünyanın heryerinde yaşanmıştır.

Büyücülük, Afrika kabilelerinin şamanlarından Maya rahiplerine, Kelt druidlerinden Avrupalı simyagerlere kadar çoğu yerde çeşitli formlarda kendisini göstermiş ve Atlantis sonrası dünyadaki her uygarlıkta yer bulmuştur. Ancak “ilahi dinlerin” gelişiyle büyücülere karşı düşmanca tavırlar, anlaşılmayana karşı duyulan korkular büyümeye başlamış ve klasik anlamdaki büyücülük yavaş yavaş yok olmaya başlamıştır. Bu korku kimi zaman şiddetli eylemleri de barındırmıştır içinde. Bu eylemler arasında en bilinen ve en organize olanı Vatikan Kilisesince Orta Çağ’da yaşanan cadı avlarıdır.

Babil’in çöküşünden beri pek çok şeyi unutup tekrar öğrenen büyücüler, Orta Çağ’a kadar tekrar ayakları üzerinde durup yeteneklerini bu yeni koşullara göre şekillendirmeyi öğrenmişlerdir.

Rönesans ile ortaya çıkan akılcılık akımı her ne kadar büyücülükle kavramı ile tamamen zıt gözükse de bilim ve büyücülük arasında her zaman oldukça ince bir çizgi olmuştur. Büyücülükle gerçekleştirilenler modern bilimle açıklanamıyor olsa da hedefler genellikle aynıdır. Sadece pratik kullanımlarındaki araçlar ve yöntemler farklıdır.

Rönesans’ın doğuşunda katkısı olan çoğu ismin aynı zamanda birer büyücü olması tesadüf değildir. Bu dönemin çoğu sanatçı ve bilim adamı günümüzde Akademi adı verilen grubun temellerini atmıştır.

“Büyü” ile gerçekleştirilebilecek şeyler her ne kadar olağanüstü olsa da günümüzde ve tarih boyunca bu etkileri gerçekleştirebilmek için kişisel beceri ve bilgi birikimi gerekmektedir. Ancak bu bilgi yapılacak ayin bilgilerinden öte etkinin doğal yollardan nasıl ortaya çıkacağı üzerinedir.

Rönesans sanatçılarının bu konumu da bundan kaynaklanır. Büyücü oldukları için bilgili ve yetenekli değil, bilgili ve yetenekli oldukları için büyücüdürler. Kendilerinden önce gelen aydınlanma sürecinin son halkası olarak Orta Çağ’ın baskıcı yapısını kırmayı başarmışlardır.

Orta Çağ’ın bağnaz yapısının en önemli nedeni “Krallık” adlı oluşumdur. Günümüz dünyasında eskisi kadar etkin olmasalar da, ilahi dinlere sıkı sıkıya bağlı “büyücü”lerden oluşan bu örgüt radikal din anlayışlarıyla modern “büyücülüğün” gelişmesini yüzlerce yıl boyunca engellemişlerdir. Ancak Rönesans döneminin politik, sosyal ve ekonomik değişimleriyle birlikte Krallık hızla gücünü yitirmiştir.

Takip eden 500 yıl boyunca insanlığın teknolojik ve sosyal olarak hızla ilerleyişini büyük miktarda hayallerini gerçek yapabilen bu insanlara borçludur. İnsanlığın gelişimi için çalışan bu kişiler, kendileri gibi doğaüstü yeteneklere sahip olma potansiyeline sahip olanların eğitimi için Akademi adlı organizasyonu oluşturmuşlardır. 17. yy’ın başlarında, Atlantis’in Tufan sırasında yok oluşundan önce şehrin korunan bölgelerinin keşfedilmesi ile bu bölgeler dönemin önemli şehirlerine taşındı ve bu şehirlerin içine entegre edildi.

Akademinin sağladığı eğitim, “büyücülük” eğitiminden çok daha ileri tekniklerle pozitif ve sosyal bilimlerden, meditasyon ve sanat eğitiminden oluşmaktadır. Hayal ve düşüncenin gerçekliğe yansıtılmasında temel, olayların ve varlıkların nelerden ve nasıl oluştuğu, ne gibi sonuçlar doğuracaklarının bilinmesi olduğundan ve bilginin insanlığın Atlantis günlerindeki ihtişamına giden tek yol olduğunu düşündüklerinden Akademi üyeleri yüzlerce yıl boyunca bu amaçlarını gerçekleştirmek için insanlığın eğitimi için çalıştılar.

Günümüzdeki tüm “büyücüler” Akademi mezunudur. Seçtikleri yol ne olursa olsun Akademi ahlaki konularda olabildiğince nötr kalmaya çalışır. 20. yüzyılın başından beri daha spesifik konularda uzmanlaşmış gruplar ortaya çıkmış olsa da insanlığın gelişimi için uğraşan en etkin grup Akademi olmaya devam etmiştir.

30 Eylül 2007

Kaptanın seyir defteri...

Bu sefer neredeydim? Hmm.. üç şey yapıyordum sanırım. Bir, Friends izledim baştan sona. İki Bioshock oynadım bitirdim. 2 günde bitti, pek kesmedi yani. Üçüncüsü ise malum, tembellik.

Friends hakkında şu saatten sonra ne yazsam boş olur, bildiğiniz Friends yani. Bunu iyi anlamda söylüyorum tabi. Şurada "star wars izledim söyleyecek bir şey bulamıyorum" demek gibi birşey bu. Tanesi ortalama 24 dakikadan 238 bölümü bir hafta(tam olarak 7 gün 6 saat) içinde bitirecek kadar sıyırmış ve gaza gelmiştim, bu ne kadar etkilediğini açıklayabilir sanırım. Ha daha önce başka diziler için de benzeri performanslar göstermiştim o ayrı. Ayrıca Ross haklıydı :P

Bioshock, heryerde söylediğim gibi VtM: Bloodlines'daki Malkavian Mansion tadında bir oyundu, kısacası harikaydı. Ancak çok daha uzun olabilirmiş, fazla kısa geldi yukarıda da dediğim gibi. Bi half life 2den sonra...

Tembellik konusunda ise allah belamı versin artık. En azından tembellik fiziksel tembellikle sınırlı şu aralar sadece. Son günlerde (bioshock'un da etkisiyle falan) kafam çalışıyo hiç olmadı. Yeni bombalarla sahalara dönebilirim.

Atlantis tarihçesine ise en kısa sürede devam edicem. hatta yazmaya başlamış olduğum kısmı direkt koyabilirim... Neyse bi bakayım nerede kalmışım.

Logging out.

27 Ağustos 2007

OMGWTF (yada kaç hafta oldu neden yazmadım)

Hikayeye devam etmemiş olduğum dikkatinizi çekmiştir. bunun nedeni kablonun sürekli gidip gelmesi ve bu kesinti sırasında benim kendimi farscape ve futurama izlemeye vermiş olmam.

Farscape resmen değeri bilinmemiş bir hazine. Biraz fazla fantastik olsa da çok hoş fikirler var ve dizi kalite olarak da hiç kötü değil. Ama 4 sezon + mini seri kesinlikle yeterli gelmedi bana. Bi sg-1 gibi 10 sezon devam etse fena olmazmış yani. ama yine de hikayeyi falan bağlamayı başarmışlar, tek tesellim odur.

Futurama için ise sözüm yok. Simpsonstan nefret eden bir insan olarak futuramayı çok daha hoş buldum. Yani bir family guy falan olamasa da bir Bender olsun bir Dr. Zoidberg olsun asla unutulmayacak karakterlerdir. Sırf Zoidberg'ün sesi için bile izlenir.

İnternet yokluğunda bir defa daha PS: Torment bitirdim. Böyle bir oyun nasıl yapılmıştır hala aklım almıyor yani. Diyalogların derinliği, karakterlerin canlılığı ve Sigil'ın atmosferi insanı ne kadar boğsa da şehrin bu kadar canlı olması şu ana kadar başka hiç bir oyunda sağlanamamıştır (hepsi birden tek bir oyunda en azından). Bir de büyü animasyonlarında grafik hataları olmasa süper olacakmış (ki bu benim donanımla alakalı sanıyorum.) Torment üzerine söylenebilecek çok şey var ama hiç uzatmıyorum.

Bu geçen süre içinde ilgilendiğim asıl olay ise Atlantis projesinin yanında bir de dnd modeli daha "fantastik" bir setting üzerinde düşünmek oldu. Açıkça söyleyim Farscape'ten çok çalıntı yaptım (bir kaç konsepti yani) ama pişman değilim, güzel olacak.

Atlantis projesi tarihçesini ise yazmaya devam edeceğim, sabırla bekleyin.

07 Ağustos 2007

Project Atlantis (part 2)

Evet nerede kalmıştık...

Hataları düzeltmek için çabalamaktansa herşeyi silip baştan başlatan meleklerden bahsediyordum.

Tufan, hepinizin tahmin edeceği gibi dev dalgaların, fırtınaların, dağların tepelerine kadar yükselen suların tüm dünyayı yok etmesine neden olmuş fakat Tanrı Nuh’a bir gemi yapmasını ve gemiye her hayvandan bir çift almasını söylemiş vs vs... Kutsal kitapların anlattıklarının aksine Aryanlara bir uyarı yapılmamıştı.

Benim burada bahsettiğim tufan yukarıda belirttiğim gibi sadece fiziksel bir yıkım değil aynı zamanda ruhsal ve zihinsel olarak da yıkıcıydı. Bu yıkım hem doğrudan hem de dolaylı olarak oldu. Ortak bir üst bilince sahip insanlık bir anda bu kadar ani bir şekilde yok oluşla karşılaşınca yaşanan şok aralarındaki bu bağı koparttı. Bir bireyin milyonlarca diğer insanın korku ve dehşetini bir anda hissetmesi kesinlikle kolay olamazdı zaten.

Üstbilinçlerinden ayrılan insanlar doğaüstü yeteneklerinden yoksun kaldılar ancak teknolojileri kurtuluşları olacaktı. Tufanı durduracak veya kendileri haricinde başka hiç kimse yada hiç bir şeyi kurtaracak imkanları yoktu. Bu yüzden sular altında kalmakta olan bir kıtada yaşayan milyonlarca insan genelde ne yaparlarsa onu yaptılar ve gemilere doluştular.

Olayların Nuh’un Gemisi miti ile olan bağı bu noktada kurulabilir, çünkü tufanın ilk etkilerini atlatıp hayatta kalmayı başarabilenler bir araya toplandılar ve sular çekilmeye başladığında kendilerini şu anda Mezopotamya olarak adlandırılan yerde buldular.

Tufanın yarattığı yıkımının etkileri geçmeye başlayınca insanlık (artık Aryan ve maymun-insanlar arasında pek bir fark kalmamıştı ve bu yüzden artık bir ayrım yapma gereği duymuyorum) aralarındaki zihinsel bağı kaybettikleri için ortak yaşam da eskisi kadar kolay değildi. Artık gruplaşmalar yaşanıyor, birbirine aykırı fikirler kimi zaman insanlar arası şiddetin ortaya çıkmasına bile sebep oluyordu. Bu yüzden her grup kendi yolunda kendine ait bir toprağa yerleşmek üzere ayrıldı.

7 ayrı grup olarak dünyanın dört bir yanına yayıldı insanlık. Ancak eski ihtişamından geriye çok az şey kalmıştı Atlantis uygarlığının. Artık sadece uzun ömüre sahip Aryan’lardan oluşmayan insanlık zamanla daha kısa ömürlü, daha unutkan, daha cahil ve daha saldırgan hale geldi.

İnsanlık Atlantis mirasından kalan son kozunu Babil’de kullandı. Tufandan sonra gerçekliği etkileme yeteneklerini kaybeden insanlar arasında bir kaç kişi bu yeteneklerini, bir üstbilince bağlı olmadan bireysel olarak kullanmanın yolunu bulmuştu. Bu az sayıda kişi artık cahil ve cahilliğinden memnun insanlar arasında “büyücü” olarak anılmaya başlamıştı. Ancak “büyücü” diye adlandırılan bu insanlar bilgi birikimleri ve bilgelikleri sayesinde yeni kurulan medeniyetler arasında saygı kazanmışlardı.

Büyücüler arasında bir kardeşlik anlayışı olsa da fikir ayrılıkları çoktu. Atlantis’in ve medeniyetlerinin yok oluşunun hesabını meleklerden ve cennetten sormak gibi delice amaçları olanlar vardı aralarında. Ancak her ne kadar deli olsalar da oldukça ikna edici olabiliyorlardı. Babil kralına göklere uzanan bir saray inşaa edeceklerini ve tüm insanlığın bu kule etrafında toplanacağı, kendisinin de bu insanların efendisi olacağını söylediler. Olayların böyle gelişeceğini pek sanmıyorlardı fakat kralı ikna etmek için biraz yalanın zarar vermeyeceğini düşünmüşlerdi.

İkna olan Babil kralının ardından dünyanın tüm milletlerini Babil’de toplayıp bu amaç için çalıştılar. Aralarında karşı çıkanlar isyan edenler oldu, fakat Babil kulesi yükseliyordu.

Ancak melekler yine boş durmuyordu. Tufanın ardından insanların tekrar eski sapkın yollarına dönmelerini engellemek için aralarından bir kısmını tekrar dünyaya yolladılar. Ancak bu sefer melekler insanlarla olan mesafelerini koruyacaklardı. Hala tamamını yok edip edemediklerinden emin olmadıkları Nephilimlerin yeni bir neslinin ortaya çıkması tehlikesini bu şekilde yok etmiş oluyorlardı.

Bu melekler insanlara tanrının ve cennetin yolunu anlattılar. Ancak dünyanın ayrı köşelerine dağılmış ve atalarının yaşadıkları hakkındaki bilgilerin çoğunu oldukça hızlı bir şekilde unutmuş olan insanlar bu ilahi varlıkları Tanrı’nın bizzat kendisi sandılar. Kendilerine Tanrı sıfatı yakıştırılan melekler önce insanlara bu düşüncelerinin yanlış olduğunu ve bunun büyük bir günah olduğunu söyleseler de, artık dünyanın havasından mıdır nedir, bir süre sonra kendileri de bu sözlere inanmaya ve kendilerini tanrı sanmaya başladılar.

Cennetin melekleri zıvanadan çıkmıştı fakat bu tanrı-melekler cennete olan sadakatlerini yitirmediklerini ve sadece numara yaptıklarını belirterek bu gidişatın engellenmemesi sağladılar. Kendilerini Tanrı ilan etmeleri cennetteki melekler açısından işlenebilecek en büyük günah ve küfür olsa da insanların yaratabilecekleri sorunları engel olmanın en kesin yolunun bu olacağı konusunda karar kıldılar.

Tanrı-melekler insanları oldukça yakından takip edip hem keyif sürüyorlar hem de cennetin müdahalesini engellemek için sürekli bir cennetle iletişim kuruyorlardı. Babil’de gelişen olayları ise rapor etmek yerine çıkar sağlamak için kullandılar.

Babil kulesinde “Cennete açılan kapı” yapıldıktan sonra bu kapının gerçekten cennete açılmasını sağlayacaklar ve belki de tek rakipleri olan Cennet’in meleklerini ortadan kaldıracaklardı. Fakat kendi kardeşlerini çok küçümsemişlerdi.

Daha fazla detaya gerek yok, özetle Babil Kulesi yıkıldı, tanrı-melekler dağıtıldı ve cennetten sonsuza dek sürüldüler.

İnsanlar da tekrar tekrar sorun yaratmaya devam ediyorlardı ve aynı şeyin tekrarlanmasını engellemek için insanlara Atlantis’ten geriye kalan son miras olan konuştukları ortak dili unutturup sayısız ayrı dile dönüştürdüler. İnsanlar bir daha bir araya gelemezlerse bir daha baş kaldıramazlardı, sorun çözülmüştü. Yada çözülmemiş miydi?

Not: Babil’den Rönesans’a kadar yazacağım demiştim ama bu kısmı bile biraz fazla oldu bu blog için. Neyse yavaş yavaş ilerliyorum, acelesi yok nasılsa. Bir dahaki bölümde peygamberler ve “ilahi dinlerin” gelişi, Orta Çağ’da gelişen olayları anlatacağım. Ayrıca Nephilim’e tufandan sonra ne oldu, tamamen yok mu oldular, o konuda da birşeyler yazarım sanırım.

06 Ağustos 2007

Project Atlantis (part 1)

Project Atlantis her ne kadar üstünde çalıştığım settingin adı olmasa da, daha bir isim bulamadığım için bu yazı boyunca bununla idare edeceksiniz.

Bu settingim üzerinde bir önceki settingim Zaman Fırtınası (ve yine aynı evrenin geleceğinde geçen ZF Cyberpunk) üzerinde çalışmayı bıraktıktan kısa bir süre sonra düşünmeye başladım. Her halde 3 sene önceye falan denk geliyor bu da.

Başlangıçta şu anki haliyle pek alakası olmasa da (ZF'de öyle başlamıştı aslında...) sonradan epey bir değişim geçirerek şu anki haline geldi. Daha settingin içeriği hakkında bilgi vermeden böyle konuşunca bir şey anlaşılmıyor tabi ama, ön bilgi olarak bunu vermek istedim.

Ha bir de başlamadan önce okuyacaklara not: Eğer dini konularda hassassanız, milliyetçilik konusunda hemen gaza gelip "ne diyosun lan sen itin soyu!!" şeklinde çıkışlar yapıyorsanız bu yazıdan (ve devamında bu settingi anlatan yazılardan) koşarak uzaklaşmanızı tavsiye ederim. Sizin hassas doğanıza saygı göstermek gibi bir amacım yoktu bu setting üzerinde çalışırken. Eğer bu saydığım özelliklere sahip değilseniz, buyrun hoşgeldiniz.

Setting dünyamızda, daha doğrusu dünyamızın alternatif bir halinde geçiyor. Eğer bu işlere yabancı değilseniz biraz World of Darkness'a benziyor diyebilirim. Ancak wod'da olduğu gibi gerçek dünyanın daha karanlık halini değil, dünyamızın birebir halini barındırıyor içinde. Tek farkı din mitlerinin biraz "değişik" bir yorumu.

Hikayemiz evrenin yaratılış anı ile başlıyor. Tanrı (The Lord, Allah, Yehova.. ne derseniz işte), cennetinin tüm meleklerini toplar ve bu son yaratımının kendilerine emanet ettiğini söyler ve cenneti terk eder. Elbette bu insanların bildiği kadarı işin. Tanrının bir yeri terk edebilecek bir fiziksel forma sahip olup olmadığı, tanrının ne olduğu, ne olmadığı günümüz dünyasında ne kadar kesinse burada da böyle. Fakat Aryan'ın kabul ettiği gerçeklik budur.

Tanrının varlığından mahrum kalan melekler kendilerini boşlukta hissederler ancak kendilerine verilen emir doğrultusunda evreni Tanrının geri dönüşüne kadar "işler halde ve tek parça" tutmak üzere çalışmaya başlarlar.

Tanrı evrenle birlikte bir de "insan" denen bir yaratık yaratmıştır. Bu insan denen yaratıklar meleklerden pek aşağı kalır olmasalar da melekler gibi yaratılmamışlardır. Sayısız melek kendilerine düşen bu yeni görevi yerine getirmek ile meşgulken, daha varoluşa yeni gözlerini açmış olan insanlar, öğrenmeye olan açlıklarını Eden'ın en büyük ağacının meyvelerini yiyerek gidermeye çalışmışlardır. Burası bildiğimiz yaratılış destanı kısmına benziyor ancak ortada bir şeytan, bir adem ve bir havva (en azından bu isimlerde spesifik kişiler) yok. Tamamen özgür irade.

İşleri başlarından aşkın olan melekler dikkatlerini cennetten at koşturan insanlardan çok daha galaksileri yeni oluşmaya başlayan evrene vermiş olduklarından insanları dünyaya postalamayı uygun bulmuşlardır. Çünkü Bilgi ağacı meleklere Tanrı tarafından yasaklanmıştı, neden kendilerinden daha basit insan ırkının yemesine izin verilsindi ki? Sonuç olarak insanlar, daha az sorun çıkartacakları düşünülen bu dünyaya postalandılar.

Yaşamdan yoksun bir gezegene sürülen insanlar çevreyi yaşanabilir kılmak için bir anlamda "terraforming" çalışmasına giriştiler. Çünkü Tanrı evreni yaratmış olsa da bu evren yaşamdan yoksun, yarım kalmış bir çalışma gibiydi.

Tabi şundan bahsetmeyi unuttum. Bu setting bağlamında insan ırkı (ve elbette melekler de), Tanrının sıfatlarından olan "irade"ye sahip. elbette gerçekte de bunun böyle olduğu kabul ediliyor dinlerce, fakat benim demek istediğim bu değil. Kutsal kitaplarda Tanrının iradesi demek, Tanrının sadece isteyerek isteğini gerçekleştirmesi anlamına gelmektedir (let there be light tribi yani).

Hikayemizin başrolü olan İnsanlar da bu özellikten nasibini almış bir varlık çeşididir. Ancak bu yetenekleri dümdüz iradelerini gerçekleştirmek değil hayallerini gerçeğe yansıtmak şeklinde çalışmaktadır, Platon'un mağara teorisindeki idea-madde yansıması gibi. Ayrıca bu insanların arasında, aynı kendilerinin bir üstü olan meleklerin kendi aralarında sahip olduğu bağ gibi bir bağ vardır. Neyse bu konuya daha sonra tekrar değineceğim zaten.

Yüzlerce (belki de binlerce) yıllık ömre ve doğaüstü (?) yeteneklere sahip insanlar kendilerine Aryan adını verdiler ve yeni yaşam alanlarını düzenlemeye başladılar. Cennette gördükleri her tür canlıyı (ki cennette gördükleri kendileri ve melekler haricindeki tek canlılar bitkilerdi) dünyada da var eden insanlar ilk yerleşimlerini bulundukları dev platoya kurdular. Bu şehre Atlantis adını veren insanlar aradan geçen zamanla çoğaldı ve Atlantis'de buna bağlı olarak genişledi ve gelişti. Teknolojik olarak günümüzden çok daha ileri seviyelere ulaşan insanlar, Atlantisi bulundukları kıtanın merkezini tamamen kaplayan dev bir uygarlık haline getirdiler.

Bu sırada melekler boş durmuyor ve Tanrının kendilerine verdiği amaç doğrultusunda evreni geliştirmeye ve doğanın dengesini korumakla uğraşıyordu. Fakat milyonlarca yıl süren Atlantis'in huzurlu ortamı kaçınılmaz bir şekilde bozuldu.

Bu sorunun kaynağında insanların ilk defa hayvanlarla karşılaşması var ancak hayvanların nasıl ortaya çıktığı konusu pek kesin değil. Meleklerin evren çapında bir yaşamı yayma çalışması sonucu da mı ortaya çıkmışlardı, yoksa insanların dünyaya getirdikleri bitki yaşamının aradan geçen yüz milyonlarca yıl sonunda evrimleşmesi sonucunda mı belli değil. Fakat Atlantis'in ve insanlığın gerilemesinin sebebi olan korkunun hayvanlardan insanlara yayıldığı kesindir.

Aradan geçen zamanla sayısı yüz milyonlara ulaşan insanlığın ortak bilinci o kadar güçlenmişti ki, insanların rüyaları ortak bir düzlemde yaşanıyordu ve çok güçlü duygular kontrolsüzce gerçekliği etkiliyordu. Fakat bu duygular hiç bir zaman zararlı değildi. Ortak bir üst bilince sahip insanlar zaten tam bir birlik içinde yaşıyorlardı. Fakat hayvanların insanlara tanıştırdığı korku duygusu bir hastalık gibi yayılmış ve o güne kadar var olmayan kabusların ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

İlk başlardan hayvanlardan korkan insanlar zamanla kendilerinden, sonra çok daha çeşitli şeylerden korkmaya başlamışlardır. Geceleri rüyalarında bilinçaltlarında ortaya çıkan korkunç yaratıklar birer rüya olmaktan çıkıp gerçek dünyada var olmaya başlamışlardır.

Zamanla sayıları baş edilmeyecek şekilde artan bu canavarlara karşı Aryan çözümü Atlantis'in etrafını bir duvarla çevirmekte ve şehrin içine saklanmakta bulmuştur. Fakat bu çözüm çok kısa sürmüştür çünkü insanların kabusları sona ermediğinden canavarların sayısı azalmak yerine artmış ve insanların yarattığı her engele karşılık, bu engelin geçileceği korkusu yüzünden bu engelleri aşan yeni canavarlar ortaya çıkmıştır. Örneğin, Atlantis etrafına örülen ilk duvarlar alçak ve zayıfken, iri canavarların bu duvarları yıkması daha büyük ve yüksek duvarların inşaa edilmesiyle çözülse de insanların daha büyük bir canavarın gelip o duvarı da yıkacağı korkusu bu tür yaratıkların ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Sonunda çaresiz kalan insanlar ilk defa şiddete başvurmak zorunda kaldılar ve ilk savaşlarını bu kendi yarattıkları bu canavarlara karşı verdiler. Gerçeği etkileme yetenekleri her ne kadar gelişmiş ve güçlü olsa da bu sayısız yaratığa karşı pek bir etkileri yoktu. Çare olarak kendilerine en çok benzeyen hayvanlar olan maymunları (daha doğrusu maymunların atalarını) geliştirerek goril-insan arası bir ırk yarattılar.

Bu maymun-insanların kullanılması ile Aryan insanlar tüm dünyayı canavarlardan korkularından arındırdılar ve disütopik denebilecek bir toplum haline geldiler. Ancak bu kabuslarına tam olarak engel olmuyordu tabi.

İnsanlığın bu sorunları takip eden melekler, zamanla fiziksel ve zihinsel olarak günümüz insanı kadar evrimleşen maymun-insanlarla Aryanların birbirine karışmaya başladığını görünce duruma müdahale etme gereği duydular. Sonuçta Aryan, Tanrının yarattığı orijinalliğini kaybediyordu ve evrenin "bekçiliğini yapmak" görevleriydi.

Atlantis'e yollanan melekler dev birer insan görünümünde gelmişlerdi dünyaya. Grigori adlı bu melekler insanları "Tanrının yoluna" geri döndürmeye çalıştılar ancak kendilerini cennetten kovan melekler hakkında çok hoş anıları olmayan insanlık bu fikirlere pek sıcak bakmadı. Ancak Grigori ısrarcıydı ve insanlar arasında yaşamaya başladılar.

Grigori, meleklerin de hata yapabileceğinin kanıtı olmuştu Aryanlar için. Aryanlar ve maymun-insanlar arasındaki ilişkiyi sona erdirip Aryan'ı doğru yola çekmeyi amaçlayan Grigori aynı hatayı kendileri yaptılar ve Nephilim doğdu.

Cennet'in melekleri kendi aralarından çıkan Grigori'nin bile insanlar arasında günaha kapıldığını görünce yaptıkları tüm hataları silmek, Nephilim'i ve maymun-insanları yok edip Grigorileri de baştan çıkartan Aryanlara ders vermek için bir Tufan ile herşeyi yok etmekte buldular. Ancak hepimizin bildiği gibi bu pek de çözüm olmadı...

(devam edecek... bir daha ki bölümde: Babil'den Rönesans'a kadar yaşananlar)

Not: bu yazdıklarımın şu anda pek bir şey ifade etmediğini ve diğer çoğu benzer settingin de benzeri şekilde geliştiğini biliyorum. Bir sonraki yazıda olaylar anlam kazanmaya başlayacak. Bu arada setting'de mage: the awakening'den hiç bir alıntı yoktur. Alıntı varsa whitewolfdakiler benden yapmıştır alıntıyı :P

30 Temmuz 2007

Summon The Worms

Bir süre önce Sci-Fi channel'ın Dune (2000) ve Children of Dune (2003) adlı mini dizilerini izledim. Dune hakkındaki bilgim oyunlarla ve 80lerde David Lynch'in çektiği Dune filmiyle sınırlıydı (aslında o Dune dizisini 2000de izlemiştim ben ama biraz görüntüden ibaretti kafamda). Kitaplarını okumaya ise vaktinde üşenmiştim.

Frank Herbert'ın dehasına saygı duymakla beraber David Lynch'in hikayenin içine nasıl sıçtığını fark ettim dizileri bir daha izleyince. İlk kitabın içeriği hakkındaki bilgim epeydir vardı dediğim gibi ama asıl olay 2. kitapla başlıyormuş (Children of Dune adlı dizi 2. ve 3. kitabı anlatıyor). İlk kitapta yaratılan süper insan (yani teknik olarak zaten öyle de... Kwizatz Haderach olması durumu) Muad'dib izlenimi diğer kitaplarla birlikte ortadan kalkıyor ve Paul'ün de sonuç olarak bir insan olduğu izlenimi veriliyor.

Bir diğer dikkatimi çeken olay ise Paul ve çocuklarının başından geçen olayların, Star Wars'da Anakin ve çocuklarının başından geçenlere çok benzemesi. İtirazım olduğundan değil ama, ne bileyim.

Children of Dune'da özellikle hoşuma giden kısım Muad'dib'in öğretilerinin bilinen evren içinde sebep olduğu Jihad ve milyarlarca insanın bu geleceği görebilen adam yüzünden ölmesi. Oğlu Leto'nun da belirtmiş olduğu gibi, iyi bir lider olmak için geleceği görmekten çok cesur olmak gerekiyor. Fakat Leto'nun God Emperor of Dune'da yaptığı fedakarlık ve kendi yok oluşunu planlaması gerçekten saygı duyulması gereken bir harekettir. Leto > Muad'dib'dir yani.

Muad'dib'in her hedefinin gerçekleşmesini sağlayan Fremen'in ise devrimin ana hedefi olan Arrakis'in değişimi projesinde sonradan yan çizmelerini ise anlayabilmiş değilim. Çölün yok olup sulak topraklara kavuşmak Liet Kynes'in asıl planıydı ve Muad'dib'den önce bile Fremenler arasından benimsenmişti. Belki de tepkinin temelinde yönetim el değiştirdikten sonra her işin altından Atreides parmağının çıkmasıydı bilemiyorum.

Neyse asıl amacım Dune üzerine kendi içimde tartışmak değildi. Aslında Dune hakkında yazı yazmayı da planlamıyordum ama yazıya başlarken soundtrack girince böyle bi gaza gelmiş bulundum.

Hazır bahsetmişken unutmadan söyleyeyim. Dizide dikkati çeken bir diğer olay ise (Children of Dune'da en azından) müzikler. Bryan Tyler efendi öyle bir soundtrack yapmış ki, tüm albümü loopa almış durumdayım haftalardır. Bi Summon the Worms olsun, bi The Revolution olsun, bi Inama Nushif olsun muhteşem parçalardır.

Fazla uzatmadan bitireyim. Dune'un ve karakterlerinin yapısını tartışmak hoş olurdu ama böyle insan kendi kendine konuşmuş gibi oluyor. Uygun ortam bulduğumda affetmeyeceğim :P

Geçen yazımda daha serbest yazacağım demiştim ve öyle de yaptım sanırım. Emin değilim yani. Üstünde çalıştığım setting hakkında birşeyler karalarım (tabi elektronik bir ortamda karalama terimi ne kadar uygundur o da ayrı bir konu) diyordum ama saptım başka yerlere. Bir daha ki yazıya artık.

27 Temmuz 2007

Başlık bulmak en zorudur

Yazıya giriş yapmakla kapışır ya da. Yazı yazmak, siz işi ne kadar ciddiye alıyorsanız o kadar zorlaşır. Cümlelerinize kelimelerinize daha çok dikkat etmeye başlar, aynı cümleyi 3 kere silip 4 kere düzeltirsiniz ve yine de beğenmezsiniz.

Cümle yapısını geçince iş içeriğe gelir. Yazdığınız şey genellikle o anki düşüncelerinize göre şekil aldığı için yazdığınız yazıyı bir sene sonra okuyunca "ne saçmalamışım ben ya?!" demeniz kaçınılmazdır.

Bir diğer sorun ise ciddiyettir. Aslında ciddiyetten öte yazıyı belli bir kalıba uydurma çabası da denebilir buna. Bir kere tarzınızı belirli bir kalıba uydurma çabasına girince kurtuluşu olmuyor o gidişin. Kendisini kısıtlayarak yaratıcılığını öldürüyor insan. Ama bir tarz uğruna yazı yazma isteğinden olmaya değer mi? ya da bir noktadan sonra bu kaçınılmaz mı? Ya da hiç alakası yoktur?

Bir blog insanın içini dökme yeri ise (öyle mi?) neden serbestçe, içinden geleni yazamıyor insan? Düşündüğü herşeyi, düşündüğü şekilde yazıya geçirebilmek bu kadar zor olmamalı. Zorsa da bunun nedeni nedir onu merak ediyorum ben. Düşünürken kelimelere, cümlelerdeki mantık hatalarına, noktalama işaretlerine bu kadar dikkat etmiyoruz bundan olabilir. Diğer bir olasılık da düşüncelerini kafandayken başkalarına açmıyor olmak olabilir.

Bir blog yazısı yazarken başkalarının okuyacağını ve insanların bu yazıdan bir şeyler anlamak isteyeceğini düşünür yazar. Örneğin şu cümleyi bile 3 kere silip baştan yazdım... Bunu neden yaptım bilmiyorum. Cümle düşüklüğünden mi? Kelimeleri uygun bulmamamdan mı? Aslında boşverip içinden ne geliyorsa, hiç bir değişiklik yapmadan yazmak, yazabilmek güzel olurdu. Ha tutan mı var? bilmiyorum, sanırım yok. Bunu denemek bir daha ki görevim olabilir evet.

Yazının sonunu getirmek ise kimilerinin düşündüğünün aksine başlamaktan daha kolaydır. Çok daha kolay hem de. Mesela bakın:

26 Temmuz 2007

Eskiden misket oynardık...

Sonra frp diye bişey varmış dediler. 12 sene oldu (belki daha fazla), hala hayal kurmakla meşgulüm işte. Tek tesellim kendi hayallerinde kaybolan budalalardan olmamam. Evet hakaret gibi oldu ama daha ne diyebilirim ki başka.

Liseden mezun olurken herkesin aklında "üniversitedeyken acayip frp döner olmmmmm" şeklinde bir düşünce vardı. Valla tüm üniversite hayatımda lise sonda oynadığımdan daha az frp oynamış olduğumu düşünürsek bu iddiamız çok boşmuş.

İlk sene yine epey oynuyordum aslında hakkını yemeyeyim. Ama sonra ne oldu bilmiyorum. Sosyal damarı kesildi herhalde, hem ortamlardan hem de gelişmelerden uzak kaldım. Geçen sene itibariyle yazı yazma yeteneği mi de kaybetmemle tam pişti oldu.

Ama bu bir son bulsa iyi olacak. Msnden de olsa frplere geri dönüş yapıyorum. Zaten reel bir ortamda adam bulmak çok zorlaştı artık. Eski grup üyelerinin hepsi bir yerde. İstanbulda olanlar da iş güç derken kaybolmuş durumda. Bir sonraki adımım yeni frp tayfası oluşturmak olsun, burada not olsun o.

Neyse... Yazmaya devam edeceğim demiştim. Dizaynı falan değiştirerek biraz yenilik yapmaya çalıştım ama hala mesajların çıktığı kolon fazla dar gözüküyor. O kadar da dert değil, geçelim.

Bu mesaj biraz yoklama amaçlıydı. Daha çok içerik sahibi mesajlar çok yakında :P

23 Temmuz 2007

Silence of the Lamps (?)

Unuttum sanıyorsunuz ama yanılıyorsunuz! Nicedir (nicedir?) buraya tekrar yazmak istiyorum ama hep bi tembellik hep bi... bişeylik işte.

Bahaneler sıralarım aslında (okul, sıcak, hebe höbö...) ama kolayca tahmin edebileceğiniz gibi bunların hiç biri geçerli sebepler değil.

Açıkçası yazma isteğimi tamamen kaybettim son aylarda. Aslında isteği kaybetmedim ama, birşey oturup yazamıyorum. Zihinsel olarak kısırdöngüye girmiş gibiyim. Şubat-Nisan arasını bilgisayarsız geçirdim ve o aralar birşeyler karalayabildim. Bu demek oluyor ki bu bilgisayar yaratıcılığımı öldürüyor.

Ölen şey yaratıcılık değil aslında. Boş zamanlarda kafam çok güzel çalışıyor ama bir şeyleri yapabilmem için illa birilerinin kafama kakması gerekiyor ve ne tesadüftür ki birilerinin zorla bir iş yaptırmasından da nefret ederim, o işi içimden gelerek yapmam o zaman da. İşin komiği bir şey yapmak için beni zorlayan kişi kendim bile olsam (biraz mantıksız oldu gibi..) benzer bir sonuç çıkıyor ortaya.

Kimi zaman acayip gaza gelip fikir doluyorum, onu yaparım bunu asar şunu keserim diyorum ama bilgisayar başına oturunca gidiyor uçuyor hepsi. Bu bloga yazma işini de haftalardır ertesi güne erteliyordum mesela.

Hayır durumun ciddiliğinin farkında olsam da patlak balon gibi bütün havam kaçıp gidiyor bir iş yapmam gerektiğinde. Sorun için iki çıkış yolu görüyorum şu anda: ya bu şekilde devam edip sonunda patlayacağım ya da kendi kafama vura vura kendime geleceğim (ne?).

Neyse, yine depresif konuştum sanırım. Hayır depresif bir insan olsam doğal karşılayacağım ama o da yok. Bir şeyler yazmaya başlayınca böyle oluyorum sanırım.

Yeniden birşeyler yazmaya başladığıma göre daha çok saçmalamalarımı dinleyeceksiniz demektir. Şimdilik yeter bu kadar.

Not: interrail anılarımı okuyan bir kaç arkadaş devamını yazmayacak mısın diyordu bi aralar. Bilmiyorum yazarım belki.. Ancak seneye 2. bir interrail planı ortaya çıktığından onun sonuçlarını da aktarabilirim ilk gezinin sonları yerine. hatta size spoiler yapayım, geçen sefer Sistine şapeline girememiştik :P