31 Temmuz 2008

Info - Feyr ve Rukk'lar

Geçen haftaya oranla daha yavaş geliyor yazılar biliyorum. Bölümleri daha uzun ama aralıklı vermeye karar verdim. Öteki türlü hem ben tükeniyorum, hem hikaye saçmalayabiliyor. Bu nedenle haftada 2-3 güncelleme olarak devam edecektir hikaye, okuyucuların bilgisine sunarım.

Neyse gelelim infoya. Geçen bölüm ilk defa adı geçen Rukk ve Feyrlerden bahsetmek gerekli sanırım. Hep bahsedeceğimi söylediğim Syrenleri ise ayrı bir bölümde, diğer bir kaç ırkla birlikte işleyeceğim.

Feyr:


Feyrler aşağı yukarı insan görünümüne sahip ancak güvenilmez karakterleri yüzünden insan medeniyetleri içinde pek tutunamamış bir ırk. İnsanlarla aralarındaki ilk dikkat çeken farkları alınlarından başlayıp geriye doğru kıvrılan boynuzları ve çift eklemli bacakları ile toynaklı ayakları. Eğer aklınıza Warcraft'taki Dreanei'ler geldiyse şekil olarak doğru yoldasınız demektir. Ancak alıntı yapan varsa Blizzarddır, ben Feyrlerin tipini belirleyeli 2 yıldan fazla oluyor. Görünüş konusunda temel aldığım kaynaklar, DnD'de yarı iblis yarı insan özelliklerine sahip olan "Tiefling"ler ve yarı elf yarı iblis olan "Feyr'i"ler (kolayca görülebileceği gibi isim de oradan geliyor) olmuştur.

Belirtilen bu temel fiziksel farklılıkların yanında, bir diğer önemli Feyr özelliği de, insanlarla aşağı yukarı aynı yaşam sürelerine sahip olsalar da Feyrlerin fiziksel olarak asla gençliklerini kaybetmemeleridir. Yaşlı ve genç Feyrleri birbirinden ayırmanın tek yolu saçlarının rengidir. Gençliklerinde simsiyah saçlara sahip olan Feyrlerin saçları zamanla gümüşe ve son olarak da beyaza döner.

Gözleri iri ve hafif oval olan Feyr'lerin göz akları yoktur. Her renkten örneği olan Feyr gözleri, karanlıkta ultraviole ışımaları algılayabilmektedir. Karanlıkta görebilmeye ek olarak çok keskin duyulara sahip olmaları ve gezgin doğaları çoğu insan tarafından engin okyanuslarda yol göstermeleri için kılavuz olarak tutulurlar.

Fiziksel farklılıkları bir tarafa, insanlar (ve diğer tüm ırklar) arasında gerçek bir yer bulamamalarının sebebi, değişken doğaları ve daha da önemlisi sadakat ve dürüstlük konusunda diğer ırkların gözünde bir miktar "yetersiz" olmalarıdır. Standart bir insanın gözünde Feyr'ler ya korsan, ya hırsız ya da cadıdır. Arada istisnalar olsa da, ne yazık ki Feyr'lerin çoğu yaşamını haydutluk yaparak yada insanları dolandırarak kazanır.

Güvenilmez doğaları yüzünden kendi aralarında bile tam bir birlik oluşturamayan Feyr'ler, insanların hakim olduğu denizlerde sürekli hareket halinde veya yine insanların ağırlıklı olarak bulunduğu yerleşimlere yakın ufak köylerde yaşarlar. Genellikle ticaret için gittikleri bu yerleşimlerde şüpheci gözler ve elleri her an keselerinde duran gergin tavırlarla karşılanırlar.

İnsanlar dışında kısmen "büyü" yapma yeteneğine sahip olan Feyr'lerin bu özelliği insan ırkıyla deyim yerindeyse "uzaktan akraba" olmaları sayesindedir. İnsanlar büyüyü bir sanat yada bir bilim olarak görürlerken, Feyrler için büyü basit bir araç olmaktan öteye gitmemektedir. Yine de bu sınırlı bakış açısı, büyülerin etkisini azaltmamaktadır. Feyr cadılarının lanetleri dünya üzerinde en çok korkulan şeylerden birisidir. Bu lanetler o kadar etkilidir ki, kurbanlar canlı canlı çürümeye başlarlar.

Feyr'lerin asıl meşhur uğraşları korsanlıktır. Okyanusların en bilinmedik, en ıssız noktalarına yerleşip, bu noktalardan çevredeki ticaret yollarına akınlar düzenlerler. Kimi zaman ufak kasaba ve köylere bile saldıracak kadar ileri gittikleri görülmüştür. Yine de bu saldırgan tavırlar seyrektir ve Feyr'ler kurbanlarını öldürmek yada açıkça tehdit etmek yerine dolandırmayı tercih ederler. Fakat Feyr'lerin ünü dünyanın dört bir yanında duyulmuşken yalanlarına inandıracak kurbanlar bulmakta zorlanmaya başlamışlardır.

Rukk:


Fiziksel detaylarını anlatmaya en az ihtiyaç duyduğum ırk Rukk'lar sanırım. Geçenlerde arama yaparken Rukk tanımına birebir uyan bir çizim buldum, onu da yanda görüyorsunuz muhtemelen. Ne yazık ki çizerin adını bulamadım o yüzden referans gösteremiyorm.

Hayvani görünüşlerine rağmen, oldukça medeni tavırlar sergileyen Rukk'lar, Syren ırkının kas gücünü oluşturan köleleriyken isyan edip özgürlüklerini kazanmışlardır. Hala pek çok Rukk, Syren egemenliği altında yaşıyor olsa da, bağımsız bir ırk olarak kabul edilebilecek miktarda özgür üyesi mevcuttur.

Basit bir kabile yaşantısı süren Rukk'lar, fiziksel yapıları, sert disiplin ve şeref anlayışlarıyla oldukça acımasız ve muhtemelen "vahşi" bir portre çiziyor olsalar da, ne diğer ırkların düşündüğü gibi kana susamış ne de "medeni" ırkları anlayamayacak kadar aptaldırlar. Rukk'ların Marian teknolojisine uzak olduğu bir gerçek olsa da, bu uzaklık daha çok tercih sebebiyledir.

Büyü yeteneğinden tamamen mahrum olsalar da, ruhani yaşama ve kabile şamanlarının sözlerine çok önem veren Rukk'lar, önce kabilelerinin idealleri için sonra kendileri için yaşarlar. Kabile yaşlılarının emirlerine karşı gelmek, yetersiz görülmek veya herhangi bir sebeple şerefini kaybetmek bir Rukk için sürgün anlamına gelir.

Sürgüne yollanan bu Rukklar (ki yollanmaktan öte sürgüne kendi rızalarıyla çıkarlar), genellikle dönüp dolaşıp insanların arasına karışırlar bir şekilde. Paralı askerlik yada fedailik yaparak karnını doyuran Rukk'lar sık rastlanan vakalardır. Hırsızlık ve dolandırıcılık gibi alçaltıcı hareketlerden kati şekilde kaçınmalarına rağmen, kendileriyle alakasız iki kişi arasındaki bu tür bir anlaşmazlığa da karışmamayı yeğlerler. Rukk'lara göre kendileri ve diğer Rukk'lardan başka hiç kimsenin kavgası onlara ait değildir; eğer bu iş için para almıyorlarsa elbette.

İnsanlardan çok daha hızlı olgunlaşıp, onlardan daha kısa bir ömür sürmelerine rağmen, bu kısa zamanı olabildiğince dolu geçirmeye bakarlar. Savaşçı bir doğaya sahip olmalarına rağmen, sırf dövüşün verdiği zevk için hayatlarını boş yere kaybetmektense kabileleri için yararlı bir iş başararak ölmeyi yeğlerler. Bu nedenle hayvansı içgüdülerine karşı gelerek tahriklere karşı koymaya ve anlamsız kavgalara girmemeye için özen gösterirler.

Tüm bu pasifist mantalitelerine rağmen, bir savaş alanındaki Rukk çoğu rakip için ölüm anlamına gelir. Teknolojik üstünlük göz ardı edilirse, bir Rukk'la yakın dövüşe girmek intihar etmekle aynı şeydir.

Sürgün yada "şerefli" olsun, bütün Rukk'lar eski "efendileri" Syrenlere karşı bitmek tükenmez bir nefret beslerler. İlk görüşte üzerilerine atlamasalar da, yer ve zaman uygun ise bir Rukk'un bir Syren'i boğazlamasını engelleyebilecek çok az sebep vardır.

İnsanlara karşı mesafeli ve yeri geldiğinde korku yada saygılı bir yaklaşıma sahiptirler. Kendisini güvenilir biri olarak Rukk'a kabul ettirebilmiş olan her insan onlarla düzeyli bir ilişki kurabilir. Feyr'ler ise güven konusunda pek başarılı olmadığından iki ırk arasında genellikle sessiz bir gerginlik hüküm sürer.

Evet, bu iki önemli ırkı da aradan çıkarttığıma göre bir sonraki info konusu, araya başka bir şey girmezse, Flatworld'ün "yerli" ırkları olan Syren, Goblin ve Chien'ler hakkında olacak. Ama info'dan önce hikaye en az 1-2 bölüm daha ilerleyecektir. Uzun ve baygın cümlelerime dayandığınız için tekrar teşekkürler :)

30 Temmuz 2008

Yağmur altında (p8)

Yağmur şiddetlenmişti. O kadar şiddetlenmişti ki düşen yağmur damlaları insanın canını yakıyordu. Şatonun girişinde, kapının kirişinin altında bahçede sıraya dizilmiş adamları izliyordu Anton.

Yolculukta "bakıcılık" yapmaları için tutulan adamları Viktor bu yağmur altında bahçede tutmuş, hazır olda bekleterek tek tek "inceliyordu". "Biraz da adamların direncini ölçüyor" diye düşündü Anton. Viktor ise sanki yağmur onun üzerine yağmıyormuş gibi adamların etrafında dolaşıp bir şeyler söylüyordu bağırarak. Ancak yağmur damlaları ve belirli aralıklarla patlayıp insanı yerinden zıplatan gök gürlemeleri yüzünden tek kelime bile duyulmuyordu.

Kiriş altında duruyor olmasına ve üzerindeki uzun paltosuna rağmen, sürekli yön değiştiren rüzgarın savurduğu yağmur damlaları Anton'u sırılsıklam yapmıştı bile. Fakat ıslaklıktan öte adamların tiplerini tam seçememekten rahatsız oluyordu. Bu sırada arkasındaki büyük şato kapısının açıldığını hissedince ağırlığını yana vererek kapıyı açana baktı.

Dom elinde bir kaç sandviçle gelmişti. Bir tanesini kardeşine doğru atarak kirişin diğer tarafına yaslandı.

"Eee? Nasıl buldun adamları?" diye sordu Dom. Bir yandan elindeki sandviçlerden kocaman ısırıklar alıyordu.

"Yüzlerini bile seçemiyorum lanet yağmur yüzünden. Ama 4 adam bir de Rukk seçebiliyorum. Şu diğer silüet nedir anlamadım. Kurt falan mı acaba?"

"Hayır köpek o. Adamlardan birinin köpeğiymiş. Adı da 'Kuduz'du galiba" dedi Dom ağzındaki lokmayı yutarken.

"'Kuduz' mu? Bir köpek için saçma bir isim. Gerçekten kuduz değilse sorun yok tabi."

"O yaratığı köpek diye sıfınlandırmak hakaret olur sanırım. Baksana neredeyse ufak bir at kadar."

"Neyse köpeği boşver de..." dedi Anton "...diğerleri kimmiş öğrenebildin mi?"

Düşünmek için çiğnemeye bir an ara veren Dominic "Adamlardan birisi doktormuş. Diğer ikisi ise Avcılar'dan diye duydum ama emin değilim. Doktor Carinan, avcılar da Samarren." diye cevap verdi.

"Samarren mi?" diye kafasını Dom'a çevirdi Anton. "Samarrenleri nerden bulmuşlar? Soğuk havadan etkilenmeleri gerekirdi..."

"Evet ben de öyle biliyorum ama..." derken bir ısırık daha aldı Dom. Bir süre adamlara bakıp ağzındaki lokmayı çiğnedikten sonra "...kalın giyinmişler herhalde" dedi dalga geçerce.

Abisinin bu espirisini görmezden geldi Anton ve Viktor'un nutuk çektiği adamları bir süre daha izledi. Duyamıyor olmasına rağmen Viktor büyük ihtimalle "çok önemli ve tehlikeli bir göreve çıkacaklarından, bu işe girişen herkesin hizmet ettikleri bu iki soylu genç için gerektiğinde hayatlarını vermeleri gerekeceğinden" falan bahsediyordur diye düşündü.

"Diğerlerine ne diyorsun?" diye sordu Dom dalıp giden kardeşine. Bu arada 3. sandviçi yemeye başlamıştı.

Dom'a dönmeden "Ne düşünebilirim? Rukk işte. Hepimizi öldürüp kanımızı içmezse iyidir" diye cevap verdi Anton. Rukk'larla pek yüzyüze deneyimi yoktu ama gördüğü ve işittiği kadarıyla hepsi hayvan bozması vahşilerdi.

Anton'un bu kadar önyargılı konuşması garibine gitmişti Dom'un. Ayrı oldukları sekiz sene boyunca Dominic vaktinin çok büyük bir kısmını serserilerle, dolandırıcılarla, paralı askerlerle, fedailerle ve buna bağlı olarak insanlar tarafından "2. sınıf" sayılan ırklarla geçirmişti. Anton bir Rukk'la aynı gemide bir kaç hafta geçirdikten sonra fikri değişekti muhtemelen.

"Dördüncü adam kim?" diye sordu bu arada Anton. Dominic diğerleri hakkında birşeyler söyleyince, tam göremese de adamları biraz seçebilmeye başlamıştı. Ama dördüncü adam uzun bir pelerine sarınmıştı ve başında da başlık vardı.

"Dördüncüsü adam değil, kadın." dedi Dominic sesinde bariz bir tınıyla. Anton abisinin gözlerini kadına diktiğini ve suratının o çok iyi bildiği ifadeyi aldığını fark etti.

"Dominic sakın..." diye abisini uyarmak için ağzını açmıştı ki, Viktor'un uygun adım kendilerine doğru yürüdüğünü gördü. İki kardeş de yaklaşan adamı görünce rahat hallerinden silkinip doğruldular. Viktor'un etrafındakileri hizaya sokmak gibi bir etkisi vardı.

Önlerinden geçerken ikisine de kısaca bir bakış atan Viktor hiç hızını kesmeden binaya girdi. Tayfanın geri kalanı biraz geriden Viktor'u takip ediyordu. Önce kalın paltosu ve elinde ağır gözüken bir çantayla doktor girdi. Orta yaşlı, cılız bir adama benziyordu ve etrafına ağır bir koku yayıyordu. Anton'un burnuna nereden hatırladığını çıkartamadığı bir kaç tanıdık koku gelmişti.

Yaşlı adamın ardından ters ters bakan Anton, o sırada içeri girmekte olan iki Samarren (ve devasa köpekleri) ile Dominic'in birbirlerini tanıyormuş gibi bakışmalarını son anda yakaladı.

Adamlar geçip gittikten sonra Dom'a soran gözlerle bakmaya başladı fakat yakalandığını fark eden Dominic kardeşinin bakışlarından kaçınmak için kapının önünde içeri girmek için bekleyen Rukk ve kadına doğru çevirmişti başını.

Rukk ve kadın kapının önünde yüzyüze durmuş, diğerinin geçmesini bekleyerek sessiz bir irade savaşı veriyorlardı. İki kardeş müdahale etmeye çekinerek bu sahneyi izlemekle yetiniyorlardı. Sonunda kadın pes etti ve kendisinden neredeyse 1 metre daha uzun olan Rukk'a yol verdi.

"Hrmff!" diye gürültülü bir şekilde nefes veren Rukk ayaklarını yere vura vura içeriye girdi. Her attığı adımda yağmur sesini bastıracak kadar ses çıkıyordu. Anton yüzünü buruşturarak geçen Rukk'un arkasından bakmaya devam ediyordu ancak Dominic'in dikkatini daha çok kadın çekiyordu.

Rukk içeri girdikten sonra kadın da hareketlendi ve bir hışımla kardeşlerin önünden geçti. Dom ise kadının arkasından koşturarak yolunu kesti ve önünde hafifçe eğilerek "Hanımefendi..." dedi. Ancak kadının masmavi gözlerinin içi buz gibiydi. Bu nezakete pelerinini bir hareketle çıkartıp Dominic'in üzerine atarak cevap verdi.

Pelerinin altında kalan Dominic kadının yanından hızla geçtiğini hissetti ama asıl sinirini bozan Anton'un kahkahalarıydı. Başıan dolanan pelerinle yaşadığı ufak boğuşmanın ardından Anton'a "Daha gülmek için çok erken genç adam!" dedi gözlerini kısarak.

"Ah be abicim" dedi Anton en alaylı tonuyla. "Ben pelerine gülmüyorum ki..." dedi ve kafasıyla holde uzaklaşan kadını işaret etti. Pelerini bir kenara fırlatan Dom şaşkın bir suratla kadına doğru döndü. Yenilmiş bir ifadeyle kafası önüne düşerken, Anton kolunu abisinin omzuna attı ve "kadının Feyr olmasına gülüyorum." dedi gülerek.

28 Temmuz 2008

Info - Flatworld: Teknoloji ve Büyü

Dün yazmayı planladığım infoyu bugün ancak gece yazmaya vaktim oldu. Bir kaç kişiden dünyadaki teknolojik seviye hakkında sorular aldım. Ona ek olarak büyü konusunda da bazı şeyleri açıklığa kavuştursam fena olmayacak gibi geliyor. Neyse, daha az geyik, daha çok açıklama.

Teknoloji:

Flatworld'de teknolojinin normunu belirleyen ırk Marianlar olduğu için, onların sahip olduğu teknolojiyi anlatmam daha doğru olacaktır. Sonuçta diğer ırkların çoğu Marian teknolojisini kullanmakta.

Marian teknolojisi çeşitli dallar altında incelenmeli. Bunların başında da fizik ve biyoloji gelmekte. Tarihi bilgilere göre ilk dönemlerinde çok daha yüksek teknolojiye sahip olan insan ırkı kısa bir süre de pratik bilimi büyü ile değiştirmiş ve bir anlamda "gerileme" yaşamıştır. Binlerce yıl süren bu "geri" dönem, insanların büyü yapabilme yeteneklerini kaybetmeye başlaması ile son bulmuş ve kaybedilen bilimsel birikimler geri kazanılmaya çalışılmıştır.

400 yıla yayılan bir süreç içinde insanların tıp bilgisi, zaten var olan "büyü" bilgisiyle birleştirilerek çok büyük ilerlemeler kaydedilmiştir. Marianların tıp bilgisi, günümüz dünyasının modern tıbbıyla yarışamayacak seviyede olsa da, o yönde hızla yol almaktadır. Diğer bilim dallarından daha ilerde olan Marian tıbbı, bizim dünyamızın 1940-50 dönemine eş değer bir seviyededir. Büyük şehirlerde hastaneler, Marian kolejlerinde tıp okulları vardır. Askeri birliklerde mutlaka doktorlar bulunmaktadır.

Flatworld tıbbının bir diğer kazancı ise, bu dünyada yetişen, normalin üzerinde iyileştirici etki yaratan bitkilerin varlığıdır. Bu bitkilerle yapılan ilaçlar, merhemler ve "iksirler", yaraların iyileşme potansiyelini çok yükseklere çıkartmaktadır. Bu tür yüzeysel tedavi yöntemlerine ek olarak mikro biyoloji ve genetik gibi konularda da kayda değer bir bilgi birikimine sahiptirler.

Marianlar, fizik konusunda teorik ve pratik olarak günümüz dünyasından 100-200 yıl kadar geridedirler. Buharla çalışan makinalar ve üretim bandı mantığıyla çalışan fabrikalar yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamış, tren gibi, motorlu gemiler gibi buhar temelli çalışan araçlar büyük şehirlerde boy göstermeye başlamıştır. Flatworld'ün metropolü Spire'da, şehrin alt ve üst kısmıyla bağlantıyı sağlayan bir metro sistemi bile oluşturulmuş, Spire dağının kuzey ve güneyinde bulunan şehrin iki ayrı bölgesi de tren hattıyla birleştirilmiştir.

İçten yanmalı motorların ve bireysel kullanım için üretilmiş motorlu araçların daha teori seviyesinde olmalarına rağmen, belirli komutlara uyan buhar gücü ile çalışan "robot"lar çok nadir de olsalar kimi yerlerde görülmektedirler. Mekanik hareketi tamamen fiziksel gerçeklik ile sınırlı olsa da bilinçli hareketlerini sağlayan ve komutları uygulamalarını sağlayan elektronik teknolojisi Marianlar tarafından daha hayal bile edilmemiş olduğu için bu tür makinaların "büyü"ye dayanan mekanizmaları da mevcuttur.

Barut ve ateşli silahlar herhalde tekrar yükselen bilim akımının halkın hizmetine sunduğu ilk teknoloji olmuştur. Otomatik tabancalar ve makinalı tüfekler bu çağda ancak prototip silahlar olarak görülebilirken, altıpatlar da denen revolver tabancalar ve uzun menzilli tüfekler çoğu insan tarafından yoğun şekilde kullanılmakta; gemilerde toplar, kalelerde ve savaş alanlarında mitralyözler gibi sabit, ağır silahlar boy göstermektedir.

Ulaşım konusunda da yine teknolojik gelişmeler olmuştur. Büyük bir çoğunluğu okyanuslarla kaplı ve medeniyetlerin çoğu adalara bölünmüş bu dünyada ilk hedef bu uzun yolculuk sürelerini daha kısa ve daha güvenli kılmaya çalışmak olmuştur. Deniz taşımacılığı hala rüzgar gücü ile hareket eden yelkenli gemilere bağlı olsa da (Flatworldde belli deniz rotaları üzerindeki güçlü rüzgarlar ve okyanus akıntıları gemilerin bu rotalardaki hızını normalin çok üzerine çıkartmaktadır) buhar motorlu gemiler ortaya çıkmaya başlamıştır.

Deniz üzerinden taşımacılığın etkinliğinin arttırılması her ne kadar önemli bir hedef olsa da, "denizin üzerinden" taşımacılığın ortaya çıkması için harcanan çaba çok daha yüksektir. Sıcak hava balonlarının icadının ardından hidrojenle çalışan zeplinlerin ortaya çıkması çok zaman almamıştır. Zeplin teknolojisi, Marian'lar pek kafa yorulmamış bir yöntem olsa da, diğer bazı ırklar arasında oldukça rağbet görmüştür. Marian'ların asıl amacı Thulien'lerin Fırtına Avcılarına rakip olacak bir fikir bulmaktır. Şu ana kadar pek başarılı olmasalar da, havacılık alanında kaydettikleri ilerlemenin hızına bakılınca kısa süre içinde uçak teknolojisine ulaşmaları olasıdır.

Flatworld'ün bir diğer teknolojik lideri olan Thulien'ler, çoğu konuda Marian teknolojisinden yararlanıyor olsalar da, kendilerine has bir üstünlüğe sahiptirler: elektrik.

Ellerindeki var olan örnekleri kopyalayarak çoğalttıkları elektrik motorlarıyla çoğu temel ihtiyaçlarını gideren Thulienler ayrıca yaşadıkları bölgelerde kurdukları rüzgar milleri ile dünyanın tek elektrik üreticileridirler. Astronomik fiyatlara Marian ve Carinan soylularına satılan elektrik teknolojisi Thulienlerin en büyük gelir kaynaklarından birisidir. Marian bilim adamları tarafından potansiyeli tam keşfedilememiş ve Thulienler tarafından da sadece pratik amaçlarla kullanılan elektrik şu anda sahip olduğu ilgiyi görememiş bir hazine olarak beklemektedir.

Büyü:

Evet asıl değinmek istediğim konu bu işte. Öncelikle şunu belirteyim, "büyü" diğer pek çok fantastik dünyada olduğu gibi sınırsız ve sokaktan geçen herkesin kullanabildiği birşey değil. 6000 küsür yıllık tarih boyunca büyü her zaman insanlara (ve çok az da olsa Feyr'lere) özel bir sanat olarak kalmış ve dünya üzerinde hakim ırk olmalarında önemli bir rol oynamıştır.

Büyü olarak adlandırılan şey, insanların çevredeki faktörleri iradelerine göre şekillendirmeleri ve yönlendirmeleridir. Ancak bu iradeyi gerçekliğe uygulama yeteneği zamanla zayıflamaya, sonunda sadece yıllarca bu konu üzerine eğitim alıp, hayatlarını bu işe adayanlara özel bir şey haline gelmiştir.

Fiziksel dünyanın öğelerini değiştirme üzerine kurulu olduğu için "olayların işlemesi" hakkında yoğun bir bilgi gerektiriyor ve öğrenimi zorlaşıyordu. Bunun üzerine, zaten geleneksek olarak altıya ayrılan büyü, altı ayrı dalda incelenmeye başlandı: Ruh, Beden, İsim, Kader, Güç ve Madde.

Ruh dalı, canlı ve cansız her varlığın sahip olduğu ruhlarla iletişim ve onları kontrol üzerinedir. Bu bir diğer bilinçli canlı ile telepatik bağ kurmaktan, bitkiler gibi bilinçsiz canlılar yada kayalar, denizler, bulutlar gibi tamamen cansız maddelerle iletişim kurmaya yarar. Aynı zamanda cansız maddelere hareket kazandırmak (ölü bedenleri hareket ettirmek, masaları, sandalyeleri bilinçli yaratıklar haline getirmek, ağaçlara hareket kabiliyeti vermek) gibi bir kullanım alanı da vardır. Ruh dalının temelinde müzik bilgisi yatar. Müzik ve ses yolu ile oluşturulan ezgiler, evrensel olarak bütün ruhlar tarafından anlaşılan bir dildir. Bu nedenle bu dalın öğrencileri sıkı bir müzik eğitiminden geçerler. Ayrıca insan ruhu dışındaki ruhlarla iletişim kurabilmek için empati, diplomasi ve görgü kuralları eğitimi görürler.

Beden dalı, adından da anlaşılacağı gibi insanın kendi bedeni üzerinde değişiklikler yapmasına, yaraları ve hastalıkları iyileştirmesine olanak sağlar. Dünya çapında tıbbın bu kadar ileri olmasının sebebi budur, çünkü yaraları iyileştirebilmek veya fiziksel değişim geçirmek için öncelikle insan bedeninin nasıl işlediği bilinmeli ve gerçekleştirilecek değişimin nasıl olacağı, nasıl işleyeceği bilinmelidir. Flatworld insanları arasında hücre ve mikrop bilgisi binlerce yıldır mevcuttur. Kısacası bu dalda eğitim gören öğrenciler aynı zamanda bir doktorla aynı seviyede tıp bilgisine sahiptir.

İsim dalı, fiziksel konularla en az sınırlanmış daldır. Eski Lantian lehçesiyle başkalarının zihinlerine direkt olarak etki etmeye dayanır. Kişinin verdiği emirler karşısındakinin bilinçaltına etki eder ve onu verilen emre itaat etmeye zorlar. Bu dalın ustaları seslerini o kadar iyi kontrol edebilmektedirler ki emirleriyle fiziksel gerçeklik üzerinde anlık değişiklikler gerçekleştirebilmektedirler. İsim dalı hitabet sanatı ve edebiyat bilgisi gerektirmektedir. Ayrıca öğrenciler seslerini kontrol etmeleri için şan ve telafuz dersleri almaktadırlar.

Kader dalı, adının aksine olasılıklar ve olasılıkların dolaylı yollarla etkilenmesi üzerinedir. Kader öğrencileri mantık, felsefe ve matematik üzerine çok yoğun bir eğitim alırlar. Bu dal pratikte, olayların gelişmesi en olası şekli yerine, öğrencinin iradesiyle kendi tercih ettiği, başka bir olasılığa yönlendirilmesi şeklinden işler. En basit örnek havaya atılan bir paranın hangi yüzüyle düşeceğini etkilemek üzerinedir. Fırlatılan paranın hangi yüzü üzerine düşeceğini havadayken tahmin edip bu olasılığı etkilemek görünürde imkansız olsa da, uzun yıllar süren eğitimden sonra öğrenciler bunu kolayca gerçekleştirebilmektedir.

Güç dalı, fiziksel gücü değil, ısı, elektrik ve manyetizma gibi kuvvetleri kapsamaktadır. Bu dalın kullanımına ait bir örneği hikayenin geçen bölümünde Anton ocağı yakarken vermiştim. Örnekte görüldüğü gibi bu dalı kullanmak için önce yakacak uygun bir madde (odun) ve ateşin ortaya çıkmasını sağlayacak ortam (oksijen, hava) gerekmektedir. Tahmin edebileceğiniz gibi "Güç", fiziğin çeşitli dalları üzerine yoğun çalışma gerektirmektedir. Güç dalının ustaları, çevre sıcaklığını değiştirerek rüzgarlar yaratmak, hava olaylarını kontrol etmek gibi meziyetlere sahiptirler.

Madde dalı ise ne olduğu açık bir diğer dal. Maddelerin renk, ağırlık, şekil gibi basit karakteristik özelliklerinin değişimin yanında bir maddenin başka bir maddeye dönüştürülmesi (ki nükleer fizik bilgisi gerektirmekte) yada büyük kütlelerin şekillendirilmesi (örneğin yer sarsıntısı yaratmak, mekanik fizik bilgisi gerektiriyor) gibi daha komplike şeyler gerçekleştirilebilmektedir.

Dallar dışında, bir "büyücü" iradesini gerçekliğe uygulamak için önce daha basit bir şey üzerine konsantre olup dikkatini toplamak zorundadır. Bunun için bir "odak" objesi kullanılır. Odak objesi çok basit bir geometrik şekilde, elde yada sadece avuçta tutulabilecek kadar ufak olmalıdır. Bütün dikkat bu obje üzerine, oradan da gerçekleştirilecek etkinin normal yollarla gerçekleşmesi için gereken olayların oluş şekli düşünülmeli ve buna konsantre olunmalıdır. Uygun eğitimi almış kişiler için bütün bu süreç sadece bir kaç saniye almaktadır. Büyü eğitimi almak için kişinin üstün bir gözlem ve olayları hızlı değerlendirme yeteneğine sahip olması gerekmektedir. Olayların doğal şekilde oluşma sürecini bildikten sonra bunu yaratmak büyücü için çok daha az zahmet isteyen bir iştir.

"Büyü"nün oluşturulması için gereken yöntemler uzun süren ve maddi olarak zorlayıcı bir süreç gerektirdiğinden, büyücülük kurumu sadece zenginlere ve soylulara ait hale gelmiştir. Fakat modern bilimin halkın herkesimine hitap eden, daha kolay ve pratik çözümler sunması büyünün popularitesini giderek kaybetmesine sebep olmaktadır. Yukarıda belirttiğimden daha başka, sayısız sınırlamaya(Beden dalı ile bir adamın karşısına oturup iyileştirmenin, o insanın tıbbi müdahale ile iyileşmesiyle aşağı yukarı aynı süre alması örneğin) sahip olan büyü, halk arasında bir süre sonra tarihe karışacak bir sanat olarak görülmekte.

Fırtına yaklaşırken (p7)

Dom Anton'un başında durmuş, masada kitaplar ve haritaların üzerinde horuldamakta olan kardeşini seyrediyordu. Dışarda yağmur camları dövüyor, şatonun bulunduğu yarın aşağısındaki kayalıklara vuran güçlü dalgaların sesi geniş odanın içinde yankılanıyordu. Saatine baktı, 11:45'i gösteriyordu. Öğlen olmasına rağmen dışarısı gece kadar karanlıktı.

Dikkatini hala uyumakta olan kardeşine verdi Dom. Nasıl uyandıracağını düşünürken yüzüne hınzır bir ifade geldi. Masada kardeşinin karşısına geçip suratına doğru "HEY!" diye bağırdı.

Daha sonra çok uğraşsa da hatırlayamayacağı güzel bir rüyadan bu şekilde uyandırılan Anton'un tepkisi, şaşkınlık ve şokla masadan doğrulup o hızla sandalyeyle birlikte geriye devrilmek oldu.

Yere devrildikten sonra kendisine çarpan şeyin ne olduğunu anlamaya çalışan Anton, abisinin kahkahalarını duyunca herşeyi kolayca yerine oturttu.

"Ha ha, çok komik." dedi Anton yerden doğrulmaya çalışırken. Dominic hala gülüyor olmasına rağmen Anton'un yanına gelip elini uzattı kalkmasına yardımcı olmak için. Anton, Dom'a kırgın bir ifadeyle bakıp karşılık vermemesine rağmen, kısa bir duraklamanın ardından abisinin eline uzandı ve ayağa kalktı.

Anton üstünü başını düzeltip yan odadaki lavaboya doğru yürürken Dom kıs kıs gülmeye devam ediyordu.

"Daha olgunca uyandırılmayı beklerdim ama 'olgun' ve 'sen' hala aynı yerlerde gezinmiyorsunuz görünüşe göre" diye seslendi Anton yüzünü yıkarken. Kendine gelip banyodan çıkınca Dominici kapının yanında kollarını kavuşturmuş beklerken buldu.

Anton daha ağzını açıp birşey diyemeden "Ufak gezimiz iptal oldu" diye daldı aradan. Tamamen alakasız birşey söyleyecek olan Anton'un aklına sırasıyla o sabah erkenden yola çıkmaları gerektiği, kendisinin hala hazırlanmamış olduğu, Dominic'in hala hazırlanmamış olduğu, babasının bütün yolculuk planından caymış olma ihtimali ve şimdi ne yapması gerektiği gelse de "N-ne?!" diyebildi.

Kardeşinin böyle bir tepki vereceğini önceden kestiren Dominic sadece pencereyi işaret etmekle yetindi. Önce tek kaşını kaldırarak abisine bakan Anton hızla pencereye doğru yürüyüp dışarıya baktı. Yağmurdan ve alabildiğine uzanan okyanustan başka birşey yoktu.

“Bir parça yağmur için mi ertelendi bütün yolculuk?” diye Dom’a döndü hışımla.

“Bir parça yağmur mu?” diye cevap verdi Dom “Dikkatli bak biraz, fırtına bulutları bunlar. Bir kaç saat sonra cehenneme dönecek dışarısı.”. Anton yine de pek tatmin olmuşa benzemiyordu bu cevaptan. “Hem hazırlıkları tamamlayamadık, her şey çok aceleye geliyor diyen sen değil miydin?” diye devam etti Dom.

“Evet ama...” diyecek gibi olduysa da sadece hayal kırıklığına uğramış gözlerle boş boş bakmaya devam etti. Yine de daha gemileri gelmemişti, Armand’ın gezi için tuttuğu adamlar ortada yoktu.

Dominic elini kardeşinin omzuna koyarak “Amma sabırsızsın be oğlum” dedi “Gel bir şeyler yiyelim. Viktor tayfayla ‘tanışıyor’ aşağıda. Hepsini sorguya çekmeye başlamadıysa ne olayım”.

Anton heyecanlı bir sesle “Ne? Geldiler mi?” diyerek gözlerini dışarıda yağan yağmurdan abisine çevirdi.

“Aa... Evet söylemeyi unuttum değil mi?” dedi Dom ama daha cümlesini tamamlayamadan Anton odadan çıkmış merdivenlere doğru koşmaya başlamıştı bile. Dom da yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeyle kardeşinin peşinden yürümeye başladı yavaş yavaş. “Bir de bana çıkışıyor olgun değilsin diye. Bir parça bile büyümemiş” diye düşünüyordu odadan çıkarken.

27 Temmuz 2008

Bir fincan kahve (p6)

Eve döneli 3 gün olmuştu ve Anton hala hazırlıklarını tamamlayamamıştı. Viktor'un seçtiği adamlar ve özel olarak tuttukları rehber yarın şatoya ulaşacaktı ancak güneşin doğmasına üç saat kalmış olmasına rağmen hala rota çizilmemiş, haritalar tamamıyla incelenmemişti. Uykusuzlukta kafası çatlayan Anton, alnını kitaplardan ve haritalardan oluşan bir kümeye dayamış düşünüyordu. İki gün boyunca içen Dom daha dün ayılmıştı. Viktor ve Armand ise ortalarda gözükmüyorlardı.

Kafasını kaldırıp etrafına baktı Anton; kahve arıyordu. Masanın üzerindeki kitap kümelerini araladı dolu bir kap bulmak için. Peh hepsi bitmişti. Uşakları da çağıramazdı, bu saatte kim ayakta olurdu ki zaten.

Elleriyle saçlarını geriye attı ve masadan kalktı. Odadan çıkacakken gözü aynadaki yansımasına takıldı. Saçları, sakalları uzamıştı iyice. Yarın yola çıkmadan önce bir de traş olması gerekiyordu bir de. Yüzünü buruşturarak odadan çıktı. Neydi bu babasının acelesi? Sanki bir yerlere yetişmeleri gerekiyormuş gibi bütün hazırlıkları oldu bittiye getirmişti Armand. Yine de bütün yolculuk için finansman olduğu ve bütün ihtiyaçları bir iki gün içinde tedarik ettiği için babasına kızamıyordu. En azından suratına karşı. Yine de minnettardı babasına. Neyse ne, şimdi babasını düşünecek vakti yoktu.

Ses çıkartmadan merdivenlerden hole, oradan da hizmetçilerin odalarının önünden geçerek mutfağa geçti. Kolejde geceleri dışarı sızmak için uğraşılan o kadar saat boşa harcanmamıştı görünüşe göre. Akademi'deyken "dışarı sızmak" gibi bir durum söz konusu bile olmadığından biraz paslanmıştı elbette ama gecenin bu saatinde hiç kimseyi uyandırmadan cezveyi ve kahveyi bulmayı başarmıştı. Tek sorun ocağı yakmaktı şimdi.

Gaz ocağı çalışmıyordu. "Herhalde gece gaz vanasını kapattılar" diye düşündü Anton. Yandaki eski odunla ısınan ocağa baktı. Odun vardı içinde hala. Kibrit yada çakmak aramaya başladı ancak bir kaç saniye sonra gözlerini devirerek ocağa geri döndü. Cebinden uğurlu gümüş parasını çıkartıp avcuna aldı. Ocaktaki odunlar önce ısınmaya ve yavaş yavaş tütmeye ardında da alev alev yanmaya başladı. Dört sene Akademi'de okuduktan sonra kim kibrit kullanırdı ki.

Kahvenin pişmesini beklerken bir tabure çekerek ufak pencereden şatonun bahçesine bakmaya başladı. Dışarıda hiç bir hareket yoktu. Ancak hareket olmaması hiç kimse olmadığı anlamına gelmiyordu tabi. Surlardaki nöbetçiler dikkatini çekmişti. Eskiden bu kadar nöbetçi yoktu sanki şatoda. Son yıllarda babası, Viktor yada ikisi birden paranoyaklaşmaya başlamıştı görünüşe göre.

Güvenlik takıntısı olmasına rağmen Viktor'un kendisiyle gelecek olmasından memnundu aslında Anton. Çocukken kendisine ve abisine kendilerini savunmayı o öğretmişti. Kendisi pek dikkatini vermemiş olsa da Dom ve Viktor saatlerce çalışırdı. O zamanlar Dom'un dövüş sanatını öğrenmek için bu kadar çabalamasının tek nedeni küçük kardeşiyle boğuşurken avantaj kazanmak olsa da, evden ayrıldıktan sonraki yıllarda oldukça işine yaramıştı muhtemelen.

Düşüncelerinden sıyrılan Anton kahvenin hazır olduğunu fark etti. Büyükçe bir kaba kahveyi doldurduktan sonra gümüş parasını tekrar çıkarttı. Ocağı açıp alevlere konsantre oldu ve alevler aynı ortaya çıktıkları hızla kayboldular. Bir elinde kahve kabını alan Anton, esneyerek mutfaktan çıkarken gümüş parayı havaya atıp yakaladı ve cebine geri soktu.

26 Temmuz 2008

Beş şişe şarabın ardından (p5)

İşte bu sefer iyi içmişti. Dom, şu an saat kaç emin değildi ama, "içmeye başlayalı en az on saat olmuştur" diye hesaplamıştı. Anton kendisini yakalamasaydı herhalde sabaha kadar da devam ederdi.

Sallana sallana holde yürüyordu ki yemek salonundan çıkan babasını görerek durdu. Vücudundaki o kadar alkole rağmen bir anda ayıldı. 250 yıllık aile yadigarı vazoyu kırmış bir çocuk gibi(!) hissediyordu kendisini şu anda. Aslında babasının karşısında her zaman böyle hissediyordu ya.

Armand, insanın ruhunu delen gözleriyle oğlunun bu salaş haline bakıyordu. Dom'un hala yarı sarhoş haliyle dimdik durmaya çalışması komik olmaktan çok uzaktı onun için. Dönüp odasına doğru gidecekti ama fikir değiştirip Dom'a yöneldi.

"Eve dönmek şatodaki bütün şarapları içmek anlamına mı geliyor senin için?" dedi.

"Ha-hayır babacığım, elbette hayır. Sadece... Heh... Biraz kendimi kaptırmışım galiba" diye cevap verdi Dom. Dili konuşurken ağzına büyük geliyordu sanki. Sarhoş değilmiş gibi davranmaya çalışıyordu ama bir yandan da babasını bu kadar kolay kandıramayacağını biliyordu. Başka bir konuda bile olsa babasını hiç bir zaman kandıramamıştı zaten. Armand her zaman, her yaptığı hatayı bilirdi. Nasıl beceriyordu bunu?

"Bak Dominic." dedi ve durdu. Hakaret ile nasihat arasında kalmıştı. "Söyleyeceklerimi nasılsa beş dakika sonra unutacaksın biliyorum ama..."

Dom kendi kendine "Evet, yine nutuk geliyor. Her zaman aynı şeyleri söylüyorsun zaten be adam!" dedi ama aynı yarı sarhoş yüz ifadesiyle babasını dinlemeye devam etti.

"...Kendine artık çeki düzen vermenin vakti geldi. Bunu en azından kardeşin için yap..."

"Beni evden kovup yıllar sonra geri çağırdıktan sonra kendine çeki düzen ver mi diyorsun?" diye sormak istiyordu Dominic ama çenesini tutmayı tercih etti. Ne kadar cevap verirse bu nutuk o kadar uzayacaktı çünkü.

"...Seni boşuna onunla yollamıyorum..."

İşte Dominic şimdi gerçekten ayılmıştı. Sabahtan beri bunu düşünüyordu zaten. Hatta bu yüzden içiyordu belki de. Babası yıllar sonra neden çağırmıştı onu? "Bir daha adını bile duymak istemiyorum!" demişti. Nedenini sormalı mıydı, yoksa beklemeli miydi?

"...Kardeşinin bu yolculuk fikri delice evet ama öğrenmenin tek yolu hata yapmaktır..."

'Öğrenmenin tek yolu hata yapmaktır' mı?! Dalga mı geçiyordu bu adam?

"Baba!" diye lafını kesti Armand'ın. "Ne diyeceksen dolandırmadan söyle! Karşında çocuk yok!"

Armand şaşırmıştı, afallamıştı hatta. Yıllardır ilk defa birisi kendisine böyle çıkışıyordu. Dominic'e bir kere daha baktı. Hala sarhoş bir adam duruyordu karşısında ama... hayır. Artık sekiz sene önceki aklı bir karış havada serseri gibi bakmıyordu oğlu. Farklı birşeyler vardı gözlerinde.

Terbiyesini takınmasını, haddini bilmesini söyleyecekti ama vazgeçti. Kaşlarını hafifçe çatıp oğlunun gözlerinin içine baktı. Dominic bu sessizliği üzerine suratına inecek bir tokat beklerken, Armand hafifçe gülümsedi ve ani bir hareketle dönerek merdivenlere yöneldi.

Dominic'in gözlerini kırpıştırıp dönüp giden babasının arkasından bakarken bir anda hareketlendi. Merdivenlerdeki babasına yetişip kolundan yakaladı.

"Hala bir cevap vermedin. Beni neden geri çağırdın? Neden Anton'la yolluyorsun?!"

Söylemeli miydi? Hayır, bilmese daha iyiydi. "Konuştuklarımı dinlesen anlardın Dominic. Kardeşin böyle bir yolculuk için yeterince... Deneyimli değil. Ona göz kulak olması gereken birisine ihtiyacı var."

"Viktor'u ve kim bilir daha kaç tane adamı yollamıyor musun zaten? Bana ne gere..."

"Neden bu kadar itiraz ediyorsun? Kardeşinle olmak istersin sanıyordum."

"Elbette istiyorum ama sen bunu neden istiyorsun onu anlamıyorum!"

"Viktor... ve diğer adamlar Anton'u fiziksel zarardan koruyabilirler ancak. Sen onun başının belaya girmesini engelleyeceksin."

Armand yalan söylüyordu. Dom bunun farkındaydı ve farkında olduğu için de şaşkındı. Şu anda dedikleri doğruysa babası bir koyunu kasaba emanet ediyordu. Anton başını belaya sokmasın diye, başını belaya soktuğu için evinden attığı adama mı güvenecekti? Yok artık.

"Ama sen..." diyecek oldu Dom ama kendini tuttu. Babası söylemiyorsa bir nedeni vardı. İçi içini yiyordu öğrenmek için ama nasılsa anlatmayacaktı. Fakat başından savmak için herhangi bir şey söyleyebilecekken neden... Neden? Babasının başka bir şeyden rahatsız olduğunu hissediyordu. Armand'ı bu kadar rahatsız edip kendisini eve geri çağırtan, Anton'u böyle tehlikeli bir yolculuğa yollatan şey ne olabilirdi? Ayrıca, Viktor? Şehir istila etmeye gitmediklerine göre Viktor'a ne ihtiyaç vardı? Çok fazla soru vardı. Sonunda babasına meydan okur gibi bakmayı bırakıp başını eğdi.

Armand Dominic'in suskunluğunu fırsat bilerek tekrar merdivenlerden çıkmaya başladı. Bu sefer yerinde kaldı Dom. Kısa bir süre boş boş baktıktan sonra mahzenlere giden yönde ilerlemeye başladı. 10 saatlik içki boşa gitmişti, asıl şimdi bir şeyler içmesi gerekiyordu.

25 Temmuz 2008

Info - Flatworld: İnsanların fiziksel ve kültürel farklılıkları

Bir başka "info" ile daha karşınızdayım. Bu infolardaki bilgilerin çoğu herhalde hikayeyi okuyanlara gereksiz gelecektir ancak birazda bu dünyada geçen oyuncularım için yazıyorum bunları.

Infolarda bahsetmeyeceğim bazı noktalar olacak. Bunları hikayenin bütünlüğünü bozmamak, hatta biraz da spoiler yapmamak için anlatmıyorum. Hikayeyi okuyanlar için amaç kafalarda daha düzgün bir portre çizmelerine yardımcı olmak. Sonuçta dünyamızda geçen bir hikaye değil bu yazdığım. Ancak peşin peşin belirteyim, tahmin ettiğiniz kadar da "fantastik" değil. Dinamiklerin çoğunun dünyamıza benzediğini göreceksiniz (belki tahmin ettiniz bile).

Flatworld - İnsanlar:


Flatworld insanları dört ayrı alt "ırk"a ayrılıyor. Burada "ırk" terimini kullanmamın nedeni, kültürel farklılıklardan öte bazı keskin psikolojik ve fizyolojik farklılıklara da sahip olmaları.

Her ne kadar aralarında büyük farklar bulunsa da, Flatworld insanlarının (hatta insan olmayan bazı ırklarında) konuştuğu ana dil aynı; Lantian. Aşağı yukarı 6000 yıllık ve çoğunlukla unutulmuş, kesin olmayan bilgilerden oluşan insanlık tarihi (aynı bizde olduğu gibi yani), bütün insanların ilk dönemlerde aslında tek bir ırk olduğu ve daha sonra ayrıldığını doğruluyor ve bu bilgi tüm insan ırkları tarafından kabul edilmekte.

Konuşulan dilin aynı olduğunu söylesem de, ırklar arasında lehçe yönünde çok büyük farklılıklar var. Anadolu Türkçesi ile Orta Asya Türkçesi arasındaki farkı düşünün. O kadar değişim gösterebiliyor. Ancak temel aynı olduğu için çoğu insan, diğer lehçeleri de öğrenme konusunda pek sıkıntı çekmiyor ve genellikle yoldan geçen bir insan diğer lehçeleri de akıcı şekilde konuşabilecek durumda oluyor.

İnsan ırkları, yukarıda belirttiğim gibi, dört ayrı alt ırk olarak sınıflandırılıyor; Marianlar, Carinanlar, Samarrenler ve Thulienler.

Marian:

Marianlardan önceki info yazımda bahsetmiştim, ama şimdi biraz daha detaya inmekte sakınca görmüyorum. Marianlar Viktorya dönemi (19. ve 20. yy arası) İngilizlerine benzeyen bir kültüre sahipler. Teknolojik olarak o döneme aşağı yukarı uymaktalar ve fiziksel olarak da güney avrupa insanlarına benziyorlar.

Marianlar, teknik olarak feodal bir yönetime sahip gözükseler de daha çok militer ve neoliberal olarak sınıflandırılabilirler. Soylu aileler her ne kadar feodal bir forma sahip olsalar ve halk ile bir serf ilişkisi kursalar da, soylu olmayan Marianlar yazılı olmayan pek çok hakka sahipler ve aşağı yukarı günümüz insanı kadar "özgür" sayılırlar. Soylu Marian aileleri toprakları yöneten lordlardan öte burjuvazi olarak görülmelidirler; çünkü servetlerinin büyük bir kısmını ticaret ve üretim ile yaratmış durumdalar.

Diğer insan devletleri ile olan ilişkilerde Marianların genel temsilcisi Watcher'lar olduğu için ve Watcherların Marian halkı üzerinde de büyük bir otoritesi olduğundan, kendilerini "militer" olarak adlandırmayı uygun gördüm. Önceden bahsettiğim gibi, Watcherlar büyük bir "lejyoner ordusu" olmanın yanında Marian topraklarının temel kolluk kuvveti sıfatına da sahipler.

Bu kadar dengesiz gözükmesine rağmen, bu güçlü Marian gruplarının birbirleri üzerinde hakimiyet kurmayışının nedeni, biraz birbirlerinden korkmaları, biraz birbirlerine dolaylı yollarla da olsa destek oluyor olmaları, biraz da tüm Marian'larda olan "herkes yerini bilsin" mantalitesi. Soylu aileleri ve Watcher hiyerarşilerinin kendi içlerinde yaşadıkları bireysel güç savaşları bir tarafa, Marian medeniyetini hakimiyet altına almaya çalışan (en azından açıkça veya yeterince güçlü bir şekilde) bir örgüt yada grup mevcut değil.

Kısacası Marianlar genel olarak günümüz "batı medeniyeti"ni temsil etmekte. Marian mimarisi, sanatı ve elbette teknolojisi az yada çok, diğer insanları etkilemiştir. İnsanlar haricinde bu tarz yerleşik ve köklü medeniyetler bulunmadığından (Syrenler bu konuda bir istisna. Syrenlere başka bir yazıda değineceğim) Marian medeniyetinin ve bunun uzantılarının dünyanın hakim gücü olduğunu söyleyebilirim.

Carinan:

Carinan ırkını anlamak için 17. yy. uzak doğu, özellikle japon tarihi ve kültürü hakkında biraz bilgi sahibi olmak gerekli. Bu konuda çok bilgili olduğumu iddia etmiyor olsam da, bildiklerim ve "attıklarım" ile oluşturdum Carinanları.

Fiziksel olarak birebir dünyamız uzak doğulularına benzemeseler de, kültürel ve siyasi yapı olarak onları andırmaktadırlar. Açık tenli, siyah yada kumral saçlı ve her zaman renkli gözlü olan Carinanlar, disiplinli, görev bilincine ve yöneticilerine sonsuz ve kesin bağlılık duyan insanlar.

Dünyanın kuzey kısmındaki çok sayıda adaları kapsayan Carinan imparatorluğu, uzun ancak çalkantılı bir tarihe sahiptir. Birbirinden kopuk adalarda kurulan sayısız "lordluk", tarih boyunca birbiriyle savaşmış ve dönem dönem de belirli bir güce sahip olan hanedan kendisini bütün Carinanların imparatoru ilan etmiştir (bu yönden biraz da Çinlilere benziyorlar).

Carinanların son hükümdar hanedanı olan Xian-nee ailesi, Carinan tarihi boyunca yönetimi en uzun süre elinde tutan aile olmuştur. Bunun en önemli nedeni herhalde her aile üyesinin, kız yada erkek ayrımı yapılmadan (ki Carinanlar bu konuda gerçekten uzak doğulular kadar feodal bakışlılar) ailenin geleneksel dövüş teknikleriyle eğitilmesidir. Çoğu Carinan ailesinde buna benzer bir uygulama olsa da hiç biri Xian-nee'ler kadar etkili ve kapsamlı becerememiştir bu işi. Yine de dünya çapında bakıldığında kılıç sanatı ve silahsız dövüş konusunda Carinanlar teknik bakımından rakip tanımamaktadırlar ("10 adam gücünde" diye tanımlanan Rukk ırkı istisna sayılabilir).

Mimari yönünde yine bekleyebileceğiniz gibi Uzak Doğuluları anımsatan bir tarza sahip olsalar da Watcherların askeri yönden Carinan kültürüne git gide hakim olması nedeniyle çoğu şey "Marianlaşma" emaresi göstermeye başlamıştır. Yine de Carinanlar (Thulienlerle birlikte) tüm insan medeniyetleri içindeki en iyi müzisyenlere ve ozanlara sahiptirler ve Marianlardan bu konuda hala etkilenmemişlerdir.

Samarren:

Dünyanın doğusundaki tropik ve çoğunlukla kurak topraklarda yaşamakta olan Samarrenler, sağlam bir krallık olarak yönetilmekte ve dünyanın diğer topluluklarının aksine Marian kültüründen ve teknolojisinden uzak bir yaşam tarzı sürmektedirler. Buğday tenli ve ela gözlü ve kumral saçlara sahip olmaları dolayısıyla ve mistisizme yatkın olan kültürel yapılarıyla dünyamızın Orta Doğu ve Kuzey Afrika insanına benzemektedirler.

Marianların teknolojisine yada kültürüne uzak olmaları, diğer insanlarla tamamen kopuk oldukları anlamına gelmiyor. Örneğin yine önceki yazımda belirttiğim Spire adlı, dünyanın merkezi sayılan şehrin biraz açıklarında "Akademia Maxim" adlı "büyü" okulu var (büyü kelimesine neden o kadar dikkat çektim, sonra açıklayacağım) ve bu okul Marian ve Samarrenler tarafından ortak kullanılmakta.

Kısmen dünyaya açık olmalarına rağmen, Samarrenler genellikle kendi işlerini kendi yöntemleriyle çözmeye meraklı bir ırk ve bunu başaracak kaynak ve azme de sahipler.

Marianların sahip olduğu sıcağa duyarlılığın tersi Samarrenlerde soğuğa karşı duyarlılık olarak kendisini göstermiş durumda. Marianların Samarren kültürünü pek etkileyememiş, Samarrenlerin de Marianlar tarafından yönetilmekte olan "dünya"ya uzak kalmış olmasının nedeni biraz da bu fizyolojik (ve iklimsel) sınırlama. Watcherlar bile sıcak ve boğucu havaya sahip Samarren topraklarında gerçek bir güç olarak bulunamıyorlar. Her iki ırkın da sıcak veya soğuğa karşı olan bu yatkınlık-hassaslıkları bir birlik oluşturmalarını engelliyor.

Marianların askeri gücü ve teknolojisinden yoksun olan Samarrenler, bir de sürekli olarak güneylerindeki tropik kıtanın hakimi olan Syrenlerle bitmek bilmeyen bir savaş içinde olduklarından (savaşın nedenini Syrenleri incelerken anlatacağım), ellerindeki ve en iyi bildikleri yöntem olan "büyü"ye ağırlık vermişlerdir. Samarren soylularının çok büyük bir kısmı büyücü iken, zor iklim şartlarında yetişen Samarren askerleri de dayanlıklı ve yetenekli bireylerdir.

Diğer insan ırklarıyla aralarındaki farka rağmen Samarrenlerin tüm dünyaya pazarladığı önemli bir madde var: Cam. Samarrenler, kıtalarındaki çöllerin kumlarından dünyanın en dayanıklı, en net ve en pürüzsüz camlarını üretmekte ve bunu tüm dünyaya satmaktadır. Bazı Marian ve Thulien teknolojilerinde önemli bir öğe olan cam, bu ırklar arasında çok rağbet görmektedir.

İhracın haricinde, camın dayanıklılığını ve yüzyıllarca dökülen ter ile ulaşılan mükemmel işçilikle birleştirip, bu maddeyi hayatlarının çeşitli yerlerinde kullanmışlardır. Örneğin çoğu Samarren silahı camdan yapılmakta, pek çok soylunun saraylı ve kulesi camdan inşa edilmektedir.

Thulien:

İnsan ırkları içinde belki de en esrarengizi Thulienlerdir. Dünyanın güneyindeki adacıklarda sürekli hareket halinde bir göçebe hayatı süren Thulienler, kültürel sadece alan ama dışarıya çok sınırlı şey veren bir toplum olarak ün salmışlardır.

Kestane saçlı, açık yada esmer tenli Thulienler, dünyanın "çingeneleri" olarak adlandırılabilirler. Kimi Thulien soylarında kahinlik nesilden nesle geçen ilginç bir mirastır. Kurnazlıkları ve yaratıcılıklarıyla da bilinen Thulienler diğer ırklar tarafından en iyi ihtimalle garip, en kötü ihtimalle suç sayılan adetlere sahiptirler. Geleneklerine ve ailelerine Carinanlar kadar bağlı Thulienlerin asıl şaşırtıcı tarafı sahip oldukları anlaşılmayan teknolojidir.

Bir kaç yüzyıl öncesine kadar teknolojik olarak diğerleriyle aşağı yukarı aynı seviyede (belki de daha aşağıda) olan Thulienler, anlaşılmayan bir şekilde bir teknolojik sıçrama geçirmişlerdir. Ancak gariptir ki, şu anda kullanılan eski Thulien teknolojilerini kendileri bile anlamamakta, hatta bu teknolojilerin çoğunu ya kopyalayarak üretmekte yada hiç üretememektedirler.

Thulien teknolojisi, inceleme fırsatına sahip olmuş (ki Thulienlerin böyle birşeyi "paylaşması" pek olası iş değildir) Marian bilimadamları tarafından "elektrik" teknolojisinin keşfedilmesine ve son yıllarda gelişmekte ve yayılmakta olan radyo dalgaları ile iletişimin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Yine de bu tür açıklanabilir ve anlaşılabilir, pratik uygulamaların ortaya çıkmasına yardımcı olsa da, şu ana kadar nasıl işlediği hakkında kimsenin bir fikri olmadığı bazı Thulien icatları da vardır. Bunun en büyük örneği "Fırtına Avcısı" diye de bilinen Thulien uçan gemileridir. Kanat ve yelkenlerindeki ince teller ile fırtınalı havalarda havadaki elektriği emip içindeki haznesine hapsederek havada kalmayı başarabilen bu gemilerin ne yapıp da o elektriği gemiyi havada tutan bir güce çevirdiğini hiç kimse çözememiştir. Yapıldığı dönemde 50 kadar üretilen bu gemilerden geriye sadece 10-15 tane kalmıştır. Teknolojisini anlamaktan çok pratik kullanımına bakan Thulienler bu gemileri hırsızlık, yağma ve baskın için kullanarak dünyanın en "elit" korsanları sıfatına sahip olmuşlardır.

Her ne kadar bu tür "ahlak dışı" mesleklere sahip Thulienler olsa da, çoğu pasifist ve kendisine yada ailesine bağlı kişilerden oluşmaktadırlar. "Kabileler" halinde yaşayan Thulienler, bu toplulukları aileleri kabul etmişlerdir ve kan bağından öte, "kardeşlik" bağıyla bağlıdırlar.

Eveeet. Bu yazı da dünya çapında teknolojinin durumundan ve "büyü"den de bahsedecektim ancak çok uzadı zaten yazı. Teknoloji kısmını ırkları anlatırken aralara sıkıştırmaya çalıştım (hatta abarttım galiba), büyü konusunu ise bir sonraki yazı da açıklarım artık. Daha anlatılması gereken ırklar arasında Feyr, Rukk ve Syrenler var hem... Neyse, umarım sıkmamışımdır yada hikayenin havasını bozacak şeyler yazmamışımdır. Eleştirilerinizi ve fikirlerinizi belirtmeniz yarar sağlayacaktır. Bu kadar uzun bir yazıyı okuduğunuz için teşekkürler :)

İki yaşlı adam (p4)

Yanından geçen hizmetlilerin kendisine garip garip bakmalarına rağmen Viktor sabahtan beri kalenin avlusunda bir ileri bir geri volta atıyordu. Elindeki dosyaya bakarak yürümesine rağmen son 4 saattir aynı sayfayı okuyor gibiydi.

Aslına bakılırsa Viktor'ın canı sıkkındı. Kim bilir kaç yıldır efendisi Armand'ı korumakla görevliydi... Gerçekten, kaç yıl olmuştu? Watcher olarak görev yaptığı yılları pek hatırlayamıyordu artık. Küçük Dominic'e verdiği kılıç derslerini hatırlıyordu, efendi Armand'ın gemisine saldıran korsanları neredeyse tek başına savuşturduğu günü hatırlıyordu.

"İyice bunamaya başladın" diye söylendi kendi kendine. Elindeki kağıtlara dikkatini verdi bu sefer. Nasıl altından kalkacaktı bu işin? Hele tüm bu diğer olaylar olurken ve genç efendilerin haberi yokken nasıl ayrılacaktı bu kaleden.

Dikkatini tekrar kağıtlara çevirdi. Nasıl olacaksa olacaktı, bugüne kadar kendisine verilen görevlerin altından öyle yada böyle kalkmıştı. Yaşlılık bu iş kolunda bir bahane olmamalıydı. "Kanımızın son damlasına kadar; elimiz silah tutamayana kadar" Böyle yemin etmişti zamanında, bunu hatırlıyordu işte.

Kaşlarını çattı. Bu belgeleri gerçekten okuması lazımdı. Ne zaman batmıştı bu lanet güneş, yazanları göremiyordu ki.

Avludaki çeşmenin yanına bıraktığı diğer dosyaları da alarak kaleye girdi. Bu belgelerin hepsini okuyup sabaha kadar karar vermeliydi. Kendisine sessiz ve aydınlık bir nokta aramaya başladı. Yemek salonu bu saatte boştur herhalde diyerek o tarafa yöneldi.

Elinde dosyalarla yemek salonuna girerken hizmetliler ellerinde boş tabaklarla dışarı çıkıyorlardı, ama Viktor o kadar dalmıştı ki onları fark etmedi bile. Dosyaları yemek masasına bırakarak derin bir nefes verdi.

"Viktor?"

Efendi Armand'ın sesiyle irkildi. Armand yemeğini yeni bitirmiş kalkmak üzereydi ki dalgın dalgın salona dalan Viktor'ı görünce durup onun lafa girmesini beklemişti.

"Ah... Efendim, iyi akşamlar..."

Armand ayağa kalkmış ve kollarını kavuşturmuş sessizce bekliyordu. Karşılıklı bir sessizlikten sonra "Uygun adayları buldun sanırım Viktor. Ver bakalım dosyalarını, bir de ben göreyim"

Viktor bir an ne diyeceğini bilemedi. Yıllarca yanında görev yapıp, tabiri caizse birlikte yaşlandığı bu adamdan hala çekiniyordu.

"Eee.. Aslına bakarsanız efendim, hala uygun adayları seçemedim" sonra bir an duraklayıp az sonra söyleyeceklerinin uygun olup olmayacağını düşündü. "Aslına bakarsanız bu görev için uygun olduğumu sanmıyorum efendim. Naçizane fikrim bu aralar sizin yanınızda olmamın daha doğru olacağı yönünde."

Armand, her zaman olduğu gibi, sert sesiyle "Hayır" dedi "Oğullarımın emniyeti için başkasına güvenebilecek durumda değilim. Özellikle şu anda, ki durumun sen de farkındasın. Bu yolculuklarında onların başında olmanı istiyorum ve bu konuda başka itiraz duymak istemiyorum. Anlaşıldı mı?"

Hızla salondan çıkan Armand'ın arkasından fısıldarcasına "Emredersiniz efendim" diyebildi Viktor titrek sesiyle.

24 Temmuz 2008

İki genç adam (part 3)

Anton suratında kocaman bir gülümsemeyle pastırmalı ekmeği ağzına tıkıyordu. Yıllarca kafasına vurula vurula öğretilen sofra adabını bir anda unutmuştu sanki.

Dom ise ufak masada hemen karşısında oturmuş kadehindeki şarabı yudumluyordu yavaş yavaş. Bir kaç dakika öncesine kadar açlıktan midesi kazınıyordu ama şimdi iştahı tamamen kesilmişti. Kaşlarını çatmış, düşünceli düşünceli boşluğa bakarken Anton'un ekmek kırıntılı sesiyle kendine geldi.

"Ne o yemiyor musun?" diyordu Anton.

Düşüncelerinden sıyrıldı yavaş yavaş Dom "Yok... Sen hala meyve suyu mu içiyorsun? Kaç yaşına geldin, erkek gibi içmeyi öğren artık" dedi alayla.

"Daha öğlen bile olmadı Dom. Hepimiz senin gibi alkolik değiliz" diye karşılık verdi Anton aynı alaycı tonla. Abisiyle atışmayı özlemişti.

"Onu boşver de, anlat bakalım ufaklık!"

"Neyi anlatayım?"

"Kızları elbette! Kaç yıldır okuyorsun o akademide, 4 yıl mı? Hiç güzel kız yok mu oralarda?" dedi Dom masada Anton'a doğru manalı manalı eğilerek.

Anton kızarmasına rağmen bozuntuya vermemeye çalıştı. Bir yandan da ağzındakileri yutmaya çalışıyordu.

"Kızlar dedin de... Şu kıza ne oldu? Ariel miydi adı?" diye konuyu değiştirmeye çalıştı Anton. Başka zaman olsa bu numaraları yemezdi Dom ama Anton belaltı vurmuştu bu sefer.

Biraz durakladıktan sonra cevap verdi Dom "Şey... İyidir herhalde."

"Nasıl iyidir ya? Kız için evlatlıktan reddedildin oğlum, görüşmüyor musunuz?"

"Görüş'e'miyoruz hayır. Bir kuleye kapattılar herhalde"

"Kule mi?" dedi Anton bir kaşını kaldırarak.

"Ya... Şu eski aşk romanı vardı ya. Neydi adı?" diyerek durdu.

Dominic her ne kadar serseri görünüşlü olsa da bir o kadar da kültürlüydü. Hanedan yaşlısı Armand'ın kız ve macera peşinde koşan "yüz karası" oğlu olarak tanınsa da aptal değildi. Sadece yeteneklerini olmadık yerlere harcıyordu.

"Hangisi? Binlerce roman var"

"Hani şu düşman ailelerin çocukları aşık oluyor da sonra ailesi kızı kuleye hapsediyor..."

"Hikayelerin yarısı öyle zaten" dedi Anton. Sonra aklına geldi "Aurum e Argentum olabilir mi?". Dominic'in bu kitabı en az 10 defa okuduğunu hatırlıyordu.

"Hah evet o. Sen akademi için ayrıldıktan kısa bir süre sonra bir anda ortadan kayboldu"

"Hiç aramadın mı? Ben gideli yedi sene oldu..."

"Sekiz oldu aslında, ve hayır aradım. A'luminarlar da bizimkiler kadar sinir bozucu çocuklarının hayatlarına karışma konusunda. Ne nereye gittiğini bilen ne kendisini tanıyan kimseyi bulamadım ve inan çok kişiye sordum"

Anton abisinin bu sözleri söylüyorken ki halini görünce içinde bir şeyin sıkıştığını hissetti. Yedi (hayır sekiz) sene önceki sürekli gülen, hiç birşeyi umursamayan halinden geriye pek birşey kalmamıştı.

Evden Kolej ve Akademi'de öğrenim görmek için ayrıldığında on altı yaşındaydı Anton ve kendinden sadece iki yaş büyük abisi de kendisiyle birlikte ayrılıyordu. Ancak Dominic okumak için gitmiyordu; babaları tarafından evlatlıktan reddedilmişti. Hem de ne için? Rakip bir ailenin kızıyla görüştüğü için.

Anton'un içindeki üzüntü, o günleri hatırlayınca kızgınlığa dönüştü. "O" gün babasını abisine bu yaptıkları yüzünden asla affetmeyeceğine yemin etmişti kendi kendisine. Yıllarca da o hınç geçmemişti, ta ki bu kuzeye yolculuk fikri aklına girene kadar. Babasına mektup yazmaya başlamasının tek nedeni buydu başta ve zamanla kızgınlığı azalmaya başlamış hatta bu sabah eve geldiğinde babasıyla arasının bozuk olduğunu unutmuştu bile.

"Ne o, yüzün şekilden şekle girdi bir anda?" diyince Dom, tekrar gülümsemeye başladı Anton. Uzun bir süre boyunca bu genç adam dünyadaki tek dostu olmuştu; geçmişte yaşanlarla canını sıkmanın anlamı yoktu. Tekrar evlerinde birlikteydiler ve daha uzunca bir süre birlikte kalacaklardı, şu anda önemli olan buydu.

"Sen kendi çirkin suratına bak." diye karşılık verdi Anton gülerek ve Dom'un önündeki şarap şişesine doğru uzandı.

23 Temmuz 2008

Info - Flatworld, Marian, Watchers Guild, Sang-Argent

Yazmakta olduğum hikayede açıklanması gereken bazı noktalar olduğunu fark ettim. Sonuçta kendi yarattığım bir settingde geçiyor ve kavramlar okuyucuya yabancı gelecektir. Bu kavramları hikaye geliştikçe açıklamak yerine bunun gibi "info" mesajlarında okuyucuya sunmayı uygun buldum.

Flatworld:

Aslında settingin adı bu olmayacaktı ama uzunca bir süre daha uygun bir isim bulamayınca Flatworld olarak kaldı.

Tahmin edebileceğiniz gibi settingin adının Flatworld olmasının sebebi dünyanın düz olması. İklimsel değişimi dünyamızdaki gibi olsa da küresellikten veya gezegensel dönüş hareketinden yoksun. Doğudan yükselip batıdan batan ufak bir güneşi var ama bu hareket bir gezegenin yıldız etrafında dönüşü şeklinde değil. Doğaüstü bir şekilde güneşin doğduğu yönde hava sıcaklığı daha yüksek ve karalardaki iklim çöl-tropik arasında değişirken, batı yönündeki hava sıcaklığı ılımandan arktik soğuğa kadar değişim göstermektedir.

Dünyanın en önemli fiziksel karakteristiği büyük bir kısmının okyanuslarla kaplı oluşu. Büyük kara parçaları çok sınırlı ve çoğu yerleşim çok sayıda adalardan oluşan koloniler halinde oluşmuş. Okyanusların enginliği ve kara parçalarının azlığının yanında, yüzey olarak da ziyadesiyle büyük. Dünyamızın 2-3 katı kadar bir alana sahip.

Merkez olarak kabul edilen nokta Spire adlı bir dağ. Flatworldün sınırları yaşayanları tarafından tam olarak bilinmese de, okyanus akıntılarının çoğu Spire yönünde ve aksi yönde aktığı için çoğu denizcinin uğrak yeri olmuş, buna bağlı olarak, dağ ile aynı isimde Spire adlı, dünyanın en işlek ve kalabalık şehrinin doğmasına sebep olmuştur.

Dağın kuzey ve güney yüzeyine olmak üzere iki ayrı parça halinde kurulmuş olan Spire, insanlardan önce bu dünyada dominant güç olan Syrenlerin (detaylı bilgiyi zamanı gelince vereceğim. Yuan-tilere yada lizard-manlere benzetebilirsiniz) eski yerleşimlerinin kalıntıları üzerine inşa edilmiştir.

Hikayenin geçmekte olduğu şu anki şato Spire'dan oldukça uzakta, batıda, Marianların ana kıtalarına yakın bir adada bulunuyor.

Marian:

Marianlar bu dünyada yaşayan 4 insan ırkından en kalabalık, en yaygın ve tartışılır bir şekilde en güçlü olanı. Fiziksel dış özellikleri siyah saçlı ve beyaz tenli olmaları. Ayrıca yaşadıkları batı topraklarının sert soğuk iklimine karşı da direnç kazanmış bir ırk. Dünya çapında teknolojik ilerlemenin öncüsü olan Marianlar diğer ırklara para karşılığı yüksek teknoloji (ki bu teknoloji ateşli silahlardan buhar motorlarına kadar gidiyor) eşya ve silahlar satarak ekonomik olarak dünya çapında bir kontrol elde etmişlerdir.

Tek bir yönetim altında toplanmak yerine ufak lordluklar olarak organize olmuş olan Marianlar, askeri olarak tek mutlak güçleri olan Watchers Guild (Gözcüler Loncası denebilir. Bu ingilizce terimlerin nedeni settingi tamamen ingilizce yazmış olmamdan ileri geliyor) tarafından korunmakta ve sayısız ticari oluşum ile dünyaya açılmaktadırlar.

Teknolojik üstünlüklerinin yanında eski stil yakın dövüş konusunda da, halk tarafından basitçe "büyü" olarak görülen "kadim sanat"ta da diğer insan medeniyetlerinden geri kalır seviyede değiller.

Watchers Guild:

Kuruluşu Marianların dünyaya açılmalarıyla aynı dönemlere denk gelen Watchers Guild, yüzlerce yıldır "karşılığını verebilen" herkesi korumayı ilke edinmiş, yüzden fazla gemiden oluşan donanması ve on binlerle ifade edilen üyesiyle, çok büyük ve çok güçlü bir askeri örgüt olarak dünya çapında nam salmıştır.

Teknik olarak "lejyoner" olarak sınıflandırılabilecek olan Watcherlar, diğer ırklar karşısındaki teknolojik ve taktik üstünlükleri sayesinde dünyanın en çok korkulan ve saygı duyulan oluşumlarından birisidir.

Temelde bir Marian örgütü olsa da Watcherlar hizmetlerini kabaca "parayı basan" herkese sunarlar. Bunun en büyük örneği şu anda tamamen Watcherlar tarafından "korunmakta" olan Carinan imparatorluğudur. Uzak doğu kültürüne sahip bir insan ırkı olan Carinanlar kendi içlerinde lordluklar olarak uzun süre savaştıktan sonra birbirlerine üstünlük sağlamak için Watcherların üstün teknolojisinden yararlanmayı uygun görmüş ve bir süre sonra imparatorluk içindeki bütün lordlukların askeri gücü Watcherlardan oluşmaya başlamıştır. Olaylara profesyonel yaklaşmalarıyla ünlü olmalarına rağmen Carinan politikasında Watcherların etkisi tartışılmaz derecede büyüktür.

Üyeler; çocukluklarında ailelerinden alınarak mümkün olan en iyi eğitim teknikleri ile yetiştirilir ve gerek sözlü gerek silahlı etkileşim yönünden "bir grup çapulcu asker" olarak adlandırılmayacak kadar etkindirler.

Watcherlık prestijli ve çok kazandıran bir kariyer mesleği olsa da katı disiplin ve başarısızlığın ağır şekilde cezalandırılması nedeniyle saflarından ayrılanlar görülmemiş değildir.

Sang-Argent:

Sang-Argent hanedanı Marianların "soylu" kana sahip ailelerinden birisidir. A'luminar'lar ile birlikte Marianların en zengin ve etkili hanedanıdır Sang-Argent. Dünya çapındaki ticaret piyasasının liderlerinden birisi olmalarının yanında servetlerinin bir diğer kaynağı da şehirlerin altlarında kurulan dev necropolislere "bekçilik" yapmalarıdır.

Flatworld insanlarının öldükten sonra kontrolsüz bir şekilde hortlak olarak hayata geri dönmeleri nedeniyle kurulan bu dev mezarlara bekçilik etme nedenleri, hortlakların gümüşe karşı aşırı derecede duyarlı olmalarıdır. Gümüş yönünden sıkıntı çekmeyen Sang-Argentler ise bu mezarlara korkusuzca girip çıkabilmektedirler.

Sang-Argent soyu adını fizyolojilerinde bulunan aşırı miktarda gümüşten alır. Özellikle kanlarında bulunan bu gümüş herhangi bir yaralanma ile açığa çıkar ve hızla katılaşır. Gümüşün çeşitli pratik etkileri olsa da havaya temas eden gümüş hızla oksitlenir ve 1 saatlik süre içinde kullanılmaz hale gelir.

Oldukça kalabalık bir soy olsa da, her aile üyesi çağın modern yöntemleriyle eğitilmekte ve hanedanın şanına yakışır insanlar olarak yetiştirilmektedir. Hanedanın belirleyici fiziksel özelliği olan gümüş kanın korunması için aile üyeleri uzak bir kuzenle evlendirilmek suretiyle “aile büyükleri” tarafından baş göz edilmektedir. Kaderleri daha doğdukları anda çizilen aile üyeleri genellikle aile içindeki hiyerarşi içinde üst seviyelere atlamaya çalışırlar.

Aile içinde yaşanan çekişmeler dışarıya pek yansıtılmasa da diğer ailelere ve ırklarla yaşanan rekabet ortamının aynısı belki daha şiddetlisi hanedan üyeleri arasında yaşanmaktadır.

Önemli konular (part 2)

Bir kaç dakika sonra Armand'ın çalışma odasının kapısının önündeydiler. İki kardeş de birbirlerinin kapıyı çalmasını beklercesine birbirlerinin suratlarına bakıyorlardı. Anton bile bir an önce babasıyla konuşmak istiyor olsa da, yıllar sonra karşısına çıkmaktan gerçekten çekiniyordu.

Babaları dünyanın en zengin ve en güçlü adamlarından birisi olsa da çocuklarına babalık etme konusunda pek başarılı olamamıştı. İki kardeş de baba figürü olarak, emekli bir Watcher olan yaşlı Victor'ı görmüşlerdi. Ancak az önceki karşılaşmalarından beri Victor'ın ağzından tek kelime çıkmamıştı.

Anton ve Dom gözlerinin içine bakarak birbirlerine kapıyı açtırmaya mı çalışıyolardı bilmiyordu ama Victor'ın bu çocukça işlerle kaybedecek vakti yoktu.

Armand'ın kalın sesi geldi içeriden "Gir!" diye emredercesine.

Dom tek kaşını kaldırarak Anton'a baktı. Anton kaderine teslim olmuşcasına iç geçirdi ve kapıyı açtı.

Armand duvarları kitaplarla kaplı devasa çalışma odasında yalnızdı. Masasının başında ufak bir parşömente bakıyordu elindeki büyüteçle. Kapının açıldığını duyunca tek gözüyle hala kapıda dikilip kendisini izleyen oğullarına baktı.

Victor Dom'u sırtından hafifçe ittirerek odaya sokmasa ikisinin de yerlerinden kıpırdamaya niyeti yok gibiydi. Anton ceketini düzeltirken, Dom üzerinde deri yelekten tozları silkmeye çalıştı beceriksizce. Anton yüzüne bir gülümseme uydurmuş olsa da Dom her ne yaparsa yapsın babasının gözüne giremeyeceğinden pek çabalamıyordu aslında.

Elindeki parşömenti ve büyüteci bir kenara bırakarak yavaş yavaş oğullarına doğru yürümeye başladı. 2 hafta önce 75 yaşına girmişti Armand ve 75 yıldır olduğu gibi yine yüzünde bir memnuniyetsizlik ifadesi vardı. Ama oğullarını yıllar sonra karşısında görmek gözlerinin içinin parlamasına sebep olmuştu.

"Merhaba baba" dedi Anton. Sesindeki çekingenliği ve hafif çocukça tınıyı gizleyememişti. Ağzının bir kenarıyla gülümsemekten kendini alamadı Armand.

"Hoşgeldin evlat" dedi "Konuşmamız gereken önemli konular var"

Bu sırada Dom olabildiğince kenarda, babasının gözüne ilişmemeye çalışıyordu. Anton'dan sonra sıra kendisine gelecekti biliyordu ve babasıyla konuşacağı konular gerçekten aç karnına çekilir şeyler değildi. Gözleriyle Victor'ı aradı, aileden olmayan birisinin karşısında babası rezalet çıkartamazdı nasılsa.

Victor, kardeşleri odaya soktuktan sonra kendisine verilecek bir emir beklemiş ancak Armand'dan ses çıkmayınca kapıya yönelmiş çıkmaya hazırlanıyordu. Kapıyı çekerken Armand'ın "Victor" dediğini duydu "İçeri gel, konuşacaklarımız seni de ilgilendiriyor".

22 Temmuz 2008

Bir bahar sabahı (part 1)

Ağır kapılar aralandı ve içeriye yağmurdan sırılsıklam olmuş bir siluet daldı. Üzerindeki yağmurluğa ve paltoya rağmen delice yağan yağmur içine işlemişti. Girişte kendisini karşılayan iyi giyimli uşağa yağmurluğunu ve paltosunu uzattı ve geniş holde yürümeye başladı.

Buraya gelmeyeli yıllar oluyordu. Çocukken abisiyle koşturduğu bu hol artık o kadar büyük gelmiyordu kendisine. Duvarlardaki tablolar biraz daha eskimiş, halılar biraz daha aşınmıştı.

Düşünceler içinde merdivenlerden çıkıyordu önüne bakmadan. Merdivenlerin sonunda duvara yaslanmış dağınık saçlı, serseri tipli adamı fark etmemişti bile. Aklı tamamen bir kaç dakika içinde duyacağı sözlerdeydi. Akademiye girdiği ilk günden beri hep aynı soruyu soruyordu mektuplarında ve hiç bir zaman beklediği cevabı alamamıştı. Ta ki iki hafta öncesine kadar...

"Ve ailenin bir numarası, hanedanın varisi bizi şereflendirmeye karar verdi!"

Düşüncelerinden sıyrıldı genç adam ve tanımayan gözlerle sözlerin sahibine, duvara yaslanmış bekleyen adama baktı.

"Ne o? Muhteşem Anton Sang-Argent kendi kardeşini bile tanımıyor mu yoksa?" dedi serseri görünüşlü adam, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle.

Anton karşısındaki bu adamın abisi olduğunu alaycı ses tonundan anlamıştı bile. Merdivenleri koşarak çıktı ve abisine sarıldı. Yıllar geçmişti aradan. Ne kadar da değişmişti...

Abisinin sırtına vururken "Ailenin kara koyunu ise kalede nöbet bekliyor bakıyorum." diye güldü. Sonra ciddileşti bir anda "Dom, gerçekten ne işin var burada senin?"

"Ne demek ne işin var oğlum. İnsan kendi evine gelemez mi?"

"Babası tarafından evlatlıktan reddedilirse gelemez sanırım. Barıştınız mı yoksa?"

"Ahah! Bilgeler bilgesi Armand Sang-Argent kendi oğlunu mu affedecek? Nerede görülmüş öyle şey. Hayır, elbette affetmedi."

"E o zaman?"

Adam duraksadı. Bir an düşünceli bir şekilde kaşlarını çattı. "Boşver şimdi bunları. Kaç gündür yoldasın, gel bir şeyler yiyelim önce" dedi ve basamaklardan atlaya atlaya inmeye başladı.

"Önce babamla bir konuşsaydım" diyecekti ki Anton aşağıda, holde bir başka adamın gelmekte olduğunu gördü. Zırhı içinde mağrur yürüyen yaşlıca bir adamdı. Garip, aradan geçen yıllar pek de kendisini yıpratmış gibi durmuyordu.

Yaşlı adam merdivenden inmekte olan Dom ve Anton'a baktı. Suratında her ikisinin de iyi bildiği sert ve güven veren ifade vardı. "Genç efendiler hoşgeldiniz." dedi ve "Sir Armand sizinle hemen görüşmek isteyecektir" diye ekledi.

Dom "Karnım açken hiç uğraşamam o yaşlı bunakla" diye kendince söylendiyse de dönüp, Anton'un yanına doğru geri çıkmaya başladı merdivenlerden.



20 Temmuz 2008

He ain't gonna jump no more!

Aradan bir kaç ay geçmiş son yazımdan beri. Klasik bi şekilde hep "yarın yazarım ya" diye diye bu kadar zaman erteledim yazıyı. Neyse daha az zırva, daha çok haber.

Mayıs ayı sınavlarla geçti; ales, kpds, okul finalleri falan. Çoğuna hazırlıksız girmeme rağmen konuştuğum pek çok kişiden daha iyi bekliyordum ki sonuçları oldukça iyiydi. Genel öğrenci psikolojisine göre sınavlar bitince insanın rahatlaması gerekir ama son sınıf öğrencisine böyle birşey olmuyormuş.

İnsanın gidecek bir okulu ve kesin bir hayat hedefi olmayınca ve çevresindeki insanlar da dolaylı yollarla dahi olsa "hadi oğlum ne yapacaksan yap, boş boş durma" demeye başladıysa psikolojisi çok rahat bozuluyor, doktor kapısını çalacak kadar daralabiliyormuş. Ha deli değilmişim onu öğrendim en azından.

Haziran itibariyle önce yüksek lisansa başvurma, sonra ondan vazgeçip iş arama, sonra "iş olayını kısa tutar seneye yüksek lisansa giderim" deme gibi çeşitli fazlardan geçtim. Sonuçta bir kaç iş seçeneğine bakıldı, "yok bana gelmez" denip üzerine düşülmedi, başka seçeneklere yönelindi...

Neyse kısacası hala ne nasıl olacak hiç bir fikrim yok ve hala "hmm" diyerek bakmaktayım etrafa. En azından canımı daha az sıkıyorum ve şu 1 aylık arayış süreci falan ayrı bir deneyim oldu.

Bu saçma sapan işler dışında nelerle uğraştım? Hmm bakalım... Mass Effect oynadım, Stargate: Atlantis izledim ve ikisinden de memnun kaldım. Ekran kartımı 4. defa yaktığım için ve elimde de birikmiş bir miktar para olduğu için yeni ekran kartı aldım; dolayısıyla tamamen çulsuzum şu anda.

Yeni bir masaüstü campaigni açacaktım ancak fırsat olmadı. Onun yerine msn üzerinden bir campaigne başladım ve dün oynattığım son oyunda grubu havaya uçurmak suretiyle o hikayeyi sona erdirdim. Yeni karakterlerle devam edilecek elbette.

Geçen zaman içinde pek çok ıvır zıvır film izleyip bir kaç kitap okumuş olsam da hala bir şeyler eksik gibi geliyor. Daha çok kitap bulmam gerek sanırım.

Fazla uzatmanın anlamı yok sanırım, 3 aylık bir rapor için yeterli uzunlukta. Sonraki updatelerin içerikleri konusunda başka planlarım var, bakalım ne kadar kafamı toplayabileceğim.