10 Eylül 2008

Bir nefes (p.10)

Anton dürbünü indirdi ve gözlerini kısarak şu anda ufacık gözüken hedeflerine baktı. Taçzirvesi (Crownpeak)’nin dağlarını dürbünsüz görebiliyordu artık. Kafasında mesafeyi hesaplamaya çalışırken dalgınca döndü ve neredeyse yerde yatan Kuduz’a takılıp düşecekti.

Kuduz gemiye adım attıklarından beri peşinden ayrılmamıştı. Bir haftadır gemideki herkesin ya birilerinin peşinde yada bir başkasından kaçmakla meşgul olduğu düşünülürse pek de garibine gitmiyordu köpeğin bu davranışı.

Harrun Mavi’nin peşinden ayrılmıyordu. Daha doğrusu kadına yaklaşabilmek için fırsat kolluyordu ama Feyr’in hiç kimseye yüz vermeyen tavırları nedeniyle bu çabalar boşa gibi geliyordu Anton’a. Yusuf ise pek ortalarda değildi. Bir kaç gün önce Kuduz’u peşinden alması için Yusuf’u aramıştı ama bulamamıştı. Ancak daha bu sabah güvertenin öbür ucunda kendisiyle karşılaştığında baharat deposuna düşmüş gibi koktuğunu fark etmişti.

Baharat demişken... Şu “Doktor” denen yaşlı adam neredeydi? 1 haftadır aynı gemidelerdi ve hiç karşılaşmamışlardı. Tam yerine oturtamıyordu ama adamda sinirine dokunan bir şey vardı.

Taze deniz havasını içine çekerek düşüncelerini dağıttı. Taçzirvesi’ne herhalde yarın akşama kadar varmış olurlardı ve şehirde yapılacak işleri Viktor’la bir konuşsa fena olmayacaktı. Kesin şehire inmelerine izin vermeyecekti ama ayağını toprağa basmadan yola devam etmeye hiç niyeti yoktu Anton’un.

Alt güverteye inen kapıyı açarken Kaptan Skarla’nın tayfalara bağıran sesini fark ederek gülümsedi. Dom şimdi nerede saklanıyordu kim bilir.

Dominic günlerdir Kaptan’a yakalanmamak için geminin olmadık yerlerine kamp kuruyordu. Şu anda ise geminin ambarındaki bir eşya dolabının yanında kestirmekteydi. Aslında uyumaktan çok düşünüyordu.

İlk gece Anton kendisini o kadar sık boğaz etmişti ki, küçük kardeşine Skarla ile aralarındaki bu ufak “tatsızlığı” anlatmak zorunda kalmıştı.

Skarla ile yıllar önce, evden kovulduğu ilk yıl tanışmışlardı. İkisi de bir gemide tayfa olarak çalışıyorlardı. Bu hayata yavaş yavaş alışmaya başlamasına rağmen aklındaki tek hedef sevgilisi Ariel’i bulmaktı. Bir kaç ay boyunca uğradığı her limanda onu aramış, A’luminarlarla bağlantısı olabilecek herkesle konuşmuş ama hiç bir şey öğrenememişti. Skarla ile aralarındaki diyalog da bu şekilde başlamıştı zaten.

Skarla’nın ailesi bir A’luminar malikanesinde hizmetçi olarak yaşıyordu ve o da böyle bir malikanede büyümüştü. Dominic’in aradığı bu kızı tanımıyordu ama bu genç adam çok hoşuna gitmişti ve hoşuna giden şeyleri elde etmek gibi bir alışkanlığı vardı Skarla’nın.

Gerisini düşünmek başını ağrıtmaya yetiyordu Dom’un. Skarla başını döndürmüş, yıllarca birlikte girmedikleri pislik kalmamıştı. Skarla onun bir Sang-Argent olduğunu biliyordu, yeterince kavga dövüşe girip kan dökmüşlerdi birlikte, ama Armand Sang-Argent’in oğlu olduğundan hiç bahsetmemişti.

Bir noktadan sonra Dominic’in aklı başına gelmiş ve kendisini takıntı haline getiren bu kadından uzaklaşmanın bir yolunu aramaya başlamıştı. Skarla güzeldi, akıllıydı falan ama... Heh... Sonunda Avcılara katılmasına sebep olacak kadar da deliydi. Aslında tekrar karşılaştıklarından beri biraz daha sakin gözüküyordu. Bir haftadır hiç bir şey havaya uçmamış, gemi batmamış, “yanlışlıkla” bir Feyr korsan filosuna rastlanıp bütün yolcular öldürülmemiş hatta gariptir, daha malikanedelerken bir gümüş çatal bile çalınmamıştı. Tabi şu ana kadar bir sorun çıkmamış olması içini rahatlatmaktan çok daha da canının sıkılmasına neden oluyordu; Skarla daha büyük bir şey peşinde olabilirdi.

Yine de bunları Anton’a anlatınca, uzun süre gülmüş olmasını es geçersek, o kadar da garip karşılamamış olması üzerinden bir yük kaldırmıştı. Bu yaptıklarını babası duysa, aile adına leke sürdüğü için bizzat kafasını kopartırdı herhalde.

Babasının düşüncesi yarı uykulu halinin kaybolmasına yetmişti. Gözlerini açtı ama ambar neredeyse zifiri karanlıktı. “Herhalde gece oldu” diye mırıldandı ve yerinden doğruldu. Gürültülü bir şekilde esnemek üzereydi ki yatmakta olduğu kolilerin hemen arkasında ses çıkartmadan yürümeye çalışan birinin varlığını hissetti. Eli bıçağında yavaş yavaş ayağa kalktı ve kolilerin arasındaki boşluktan gelen zayıf ışığı fark etti.

Ancak iki adam seçebiliyordu baktığı aralıktan. Adamların birinin elinde bir gaz lambası vardı. İki büklüm duruşuna bakılırsa o yaşlı doktordu bu. Diğer adamın ise arkası dönüktü ama siluetine bakılacak olursa üzerinde bir zırh vardı. Aralarında ne konuştuklarını duyamıyordu ama bu kadar gizliliğin altından iyi bir şey çıkmayacağı kesindi.

Kafasını çevirip kulağını dayadı boşluğa Dominic. Yaşlı adamın “Peki ya ücretim ne olacak?” dediğini duyabildi ancak bunun hemen ardından gelen kınından çekilen kılıç sesine tepki gösterememişti. Doktorun inleyerek yere düşen bedeni ve hızla uzaklaşan ayak sesleri yeterince geç kaldığının göstergesiydi. Ayak sesleri yeterince uzaklaşınca kolilerin etrafından dolanıp yerde hareketsiz yatan adamın başına geldi. Eliyle nabzını kontrol etse de etrafın kan içinde olması tek bir şeyin işaretiydi. Boğazından darbe alan adam o anda ölmüştü zaten. Derin bir nefes verip yüzünü buruşturan Dominic yaşlı adamın gözlerini kapattı.

Son yıllarda yeterince ölü gördüğü için (ve bir kısmı da kendi eliyle olduğundan) Dominic duruma olabildiğince soğukkanlı yaklaşıyordu ama yine de elleri titriyordu. Adamı öldüren katilin kimliğini bulmak şu anda en önemli şeydi. Yaşlı adamın ceplerini aramak en doğru şey olacaktı herhalde.

Daha ceketindeki ilk cebe elini atmıştı ki adamın üzerine sinmiş olan kokuya odaklandı. Sürekli birşeyler kokuyordu bu adam fakat bu konu tanıdıktı. Skarla’yla üç sene önce bir depo dolusu buldukları bitki gibi kokuyordu bu. O kadar yoğundu ki koku, ikisi de bir ay boyunca hasta yatmışlardı bitkileri elden çıkarttıktan sonra.

“İyi de neye yarıyordu ki o bitki...” diye düşünürken o sırada adamın cebinden çıkarttığı, kokunu kaynağı olan bitkinin yaprağını burnuna yaklaştırdı. Bunu yapmasıyla gözlerinin faltaşı gibi açılıp yere devrilmesi bir oldu. Bilincini kaybetmeden önce dudaklarının arasından tek bir kelime çıktı fısıltıyla; “...zehir”.