22 Ağustos 2008

Baş vura vura beyin hücrelerini öldürmek

Tecil işlerim de bitti, yüksek lisans başvurularım da bitti. Eylül'ün ilk günü itibariyle mülakatlarım olsa da önümüzdeki hafta boyunca sanırım rahatım. Hikayenin devamı o arada gelebilir yani.

Aslında hikayeden çok kafamın içinde sağa sola çarpan başka düşünceler var bu aralar. Çok sık yazmayacağımı söylemiş olsam da arayı bu kadar açmak istemiyorum hikayeyle. Nasıl devam edeceğimi bilsem de oturup dümdüz yazmak pek yapıcı olmayacaktır sanırım. Neyse...

Settingi kurcalaya kurcalaya bozma çalışmalarım bir tarafa, son zamanlarda ne haltlar yedim onları sayayım:

1- Wall-E izledim. MUHTEŞEM! HDDVDsini bulup edineceğim, o kadar güzel. Bilen bilir, işim olmaz orijinal dvdyle falan. O derece evet.

2- Casino Royale izledim. Evet Bond (James Bond diye devam edicem sandınız değil mi? yoooo... yoooo...). Sağdan soldan aldığım izlenimler pek iyi değildi ama izleyince fark ettim ki, gelmiş geçmiş en iyi bond filmlerinden birisiymiş. Quantum of Solace gelicekmiş bi kaç ay içinde, görelim bakalım. Bond gazı ise geçen gün bütün Bond filmlerini indirmiş olmamdan geliyor. Hmmm, dvd content.

3- Mülakat için çalışmalar yapıyorum. Aslında aktif olarak bi çalışma yapmıyorum ama daha dikkatli bakıyorum bazı şeylere. Ha bu arada İletişim fakültesinden Bilişim bölümüne ve İİBF'den Uluslararası İlişkiler bölümüne kayıt yaptırdım. O_o diye ekrana bakmayın diye diyorum.

4- Hala UT3 oynuyorum. Nasıl bir lanettir bu UT'lerinki anlamadım ki...

5- Stargate Atlantis bu sezon bitiyormuş hüzünlendim (aslında iyi oluyo, saçmalamaya başlamışlardı), 1 ay içinde Heroes, House, Grey's Anatomy, Terminator: Sarah Connor Chronicles, Prison Break, Fringe (ki pilot bölümünü izledim, yorumum: eh...), Knight Rider (pilotunu izledim, yorumum: öeyyyy... ama izlerim ben bunu) ve Family Guy başlayacak. Lost isterim, Reaper isterim.

6- Sürekli indirecek şey kalmadı diyorum ama mutlaka aklıma yeni birşeyler geliyor. Saçmalayıp Bob Ross'un bütün bölümlerini (hani eskiden trt'de verilirdi, muhteşem ressam amcamız. 33 sezon bu arada :)) Gilmore Girls (ne var? gayet geyikti!) mü indirsem bile dedim.

7- Onu bunu geçtim de... Starcraft 2 çıksın artık yeter be!

Anyway, bu kadar yeter sanırım. Yakında hikayeyle geri dönüş yapmayı umuyorum. Adios!

13 Ağustos 2008

Reporting in

Son 1 haftadır diploma, askerlikten tecil işlemleri vs ile uğraşmaktan pek ilgilenemedim burayla. Önümüzdeki hafta da yüksek lisans kayıtlarıyla falan uğraşmakla geçecek sanırım. Bürokrasiden nefret ettiğimi belirtmiş miydim önceden?

Vaktim olmadığından değil ama kafamı toplayamadan doğru düzgün bir şey yazamıyorum. Şu anda bile, sabah bütün işlerimi halletmiş olsam bile kafam kazan gibi. Ancak önümüzdeki iki gün içinde yeni bir yazı ayarlayabilirim sanırım. Göreceğiz.

Ha bu arada Oz izlemeye başladım. Şahesermiş gerçekten. Neden önceden izlemedim ben bu diziyi ya?

07 Ağustos 2008

İlk adım (p9)

Yağmurdan ıslanan giysilerini değiştirmek için odasına çıkan Anton şimdi elinde haritalar ve notlarıyla yemek salonuna doğru koşturuyordu. Babası Anton’dan adamlara görevi ve rotalarını anlatmasını istemişti. Hala tam hazır değildi ama...

Tam paldır küldür merdivenlerden aşağı inecekti ki alt katta, yemek odasının kapısının önünde konuşmakta olan iki Samarren ve Dom’u gördü. Bu mesafeden ne konuştuklarını duyamıyordu ama, önceden de şüphelendiği gibi, abisi ve bu iki adam bir şekilde tanışıyorlardı.

İki Samarren de hava kısmen sıcak olsa da üşüyor gibiydiler. Hele bu boğucu fırtınalı havada adamların giydiği kalın, deri giysileri giymenin ne kadar rahatsız edici olacağını düşündü Anton. Ama her ikisi de oldukça rahat gözüküyordu, alışmışlardı herhalde.

Fısıldayarak konuşmakta olan üçlüyü duyabilmek için yavaş yavaş merdivenlerden inmeye başlayan Anton, Samarrenlerin kurttan bozma köpeği Kuduz’u unutmuştu. Merdivenlerin gölgesinin düştüğü bir köşede yere uzanmış olan devasa hayvan, sinsice yaklaşmakta olan genç adamın varlığını hissedince kafasını kaldırdı.

Anton merdivenleri geçip, duvar kenarından yavaş yavaş ilerleyerek konuşmaya dalan gruba yaklaşırken; Kuduz yattığı yerden kalkmış ve cüssesinden beklenmeyecek kadar sessiz bir şekilde dikkatini çeken bu adamı takibe almıştı.

Konuşulanları duyabilmek için bütün dikkatini fısıltılara veren Anton, bir anda poposunu dürten ıslak bir burun temasıyla yerinden sıçradı. Elindeki bütün parşömentleri etrafa saçması, değil adamların, devasa holün öbür ucundaki hizmetçilerin bile kendisini fark etmesine sebep olmuştu.

Kuduz parlak ve garip bir şekilde meraklı bakan gözleriyle bu kırılgan insanı süzüyordu. Hayatının çoğunu efendileri gibi kaba saba tipler arasında geçirmiş bir hayvan için enteresan bir tipti. Kafasını hafifçe yana yatırarak kendisine bakan bu adama aynı ifadeyle karşılık verdi.

Bu sırada Dominic kardeşinin yanına geldi ve hafif bir öksürükle köpek ile aralarında sürdürdükleri bu bakışma oyunun sona erdirdi. Arkasını dönüp abisini gören Anton, önce tek kaşını kaldırarak aklındaki onlarca soruyu kendisine yöneltmek üzereydi ki, holün öbür ucundan hızlı adımlarla yaklaşan Viktor’u gördü.

Dominic’in gözlerinin içine bakıp “bu konuda konuşacağız” mesajı verdikten sonra, yere dökülen parşömentleri toplamaya başladı. Kendisini izleyen köpeğin yerde kitaplardan birisini burnuyla ona ittirmesi ise garibine gitse de, daha sonra cevaplanması gereken sorulardan birisi olarak sınıflandırılarak o an için es geçildi.

* * * * *

Viktor adamları ve iki kardeşi yemek odasına toplamış, hepsini bir yere oturtmuş (ki Rukk için uygun sandalye bulunamadığı için kendisi yerde oturuyordu), masanın etrafında turluyordu.

Anton, Dominic ve iki Samarren arasında manalı bakışmalar dönüyor ama hiç biri ağzını açmıyordu. Sonunda adamlardan uzun saçlı olanı, tam karşısında oturmakta olan Anton’a elini uzattı.

“Efendi Anton, tanışalım. Benim adım Harrun. Bu yanımdaki de kan kardeşim Yusuf” dedi garip bir aksanla. Yusuf bir şey söylemese de başıyla hafif bir selam verdi oturduğu yerden. Bu arada uzatılan ele bir saniyelik tereddütle bakan Anton, sonunda adamın elini sıkarak karşılık verdi.

“Memnun oldum Harrun” dedi mükemmel bir Samarren ağzıyla. “Abim sizin yetenekli savaşçılar ve onurlu adamlar olduğunuzdan bahsetmişti” diye ekledi adamın elini bırakmadan.

“Dominic de bir Marian için fena de...” derken bir anda durdu Harrun. Boş bulunmuştu ve Anton’un suratındaki şeytani gülümsemeyi gözden kaçırmıştı. Bir şeyler demeye çalıştı ama sonunda sadece yenilgiyi kabul ederce bir gülümsemeyle yerine oturdu. Anton ise yüzündeki gülümsemeyi bozmadan yanında oturan abisine döndü ama Dominic’in gözleri ve yüzü tek bir şey diyordu “Sakın... Sakın ağzından birşey kaçırma!”

İlk bakışta etrafındaki konuşmalara aldırmıyormuş gibi gözlerini kapamış halde, sandalyesinin arka ayakları üzerinde ileri geri sallanmakta olan Feyr kadın bütün bu konuşmaları dikkatle dinlemekte ve kafasının içinde notlar almaktaydı. Bu ufak “gezi”ye rehber olarak katılmıştı ama normal ücretinin üstünde bir şeyler kopartmasını sağlayacak bilgiye sahip olmaktan zarar gelmezdi.

Abisinin yalvaran gözlerinden kurtulmak için karşısında oturan iki Samarren’e dönen Anton ortamdaki soğuk havayı dağıtmak için önce hafifçe öksürdü sonra Harrun’a dönerek söze başladı.

“Umarım uzun gemi yolculuklarına alışkınsınızdır beyler, çünkü şu anki rotaya göre uzun bir süre kara yüzü göremeyeceğiz” dedi. Harrun ve Yusuf sessizce onaylar şekilde karşılık verdiler. “Ancak şunu da önceden belirteyim, bu gemi alışkın olduğunuz gemilere pek benzemez...” diye devam ediyordu ki Dom lafa daldı. “Argentium’la gitmiyoruz küçük kardeş” dedi sesinde garip bir tınıyla.

Anton ani bir hareketle Dom’a döndü. Dom bir şey söylemedi ama gözleriyle masanın etrafını turlayan Viktor’u işaret etti. Anton aynı hızla odanın diğer ucundaki Viktor’a döndü. Daha soruyu sormadan Viktor “Efendi Armand’ın Argentium’a başka bir yerde ihtiyaç duyuyor. Size ihtiyaçlarınıza uygun başka bir gemi ayarladı” dedi sakince.

Kaşlarını çatarak, istediği oyuncağı alamamış bir çocuk gibi koltuğuna gömüldü Anton. Bütün rotayı Argentium’a göre çizmişti. Buna nasıl bir mazeret uydurabileceğini düşünürken aklına gelen başka bir sorunla Dom’a döndü. “Argentium’u alamıyorsak, Kaptan Will’de yok demektir. O zaman...” dedi. Dom kafasını sallayarak onaylamakla yetindi. Onun aklında kaptandan ve rotadan önemli başka sorunlar vardı şu anda.

“O zaman... Yeni kaptan kim?” dedi kendi kendi Anton. Karşısındaki Harrun “Yanlış hatırlamıyorsam...” dedi “Scar yada Skar gibi birşeydi adı. Sabah geldiğimizde tayfalar aralarında konuşurken duymuştum”. Anton sesli olarak cevap vermese de yüzünü buruşturmasından böyle saçma sapan isimli bir adamdan pek de düzgün bir kaptan çıkmayacağını düşündüğü belliydi.

Tam bu sırada salonun kapısı neredeyse çarparak açıldı ve bütün kafalar kapıya doğru döndü. Gelenler Armand ve beyaz gömlekli, kırmızı bandanalı, siyah deri ceketli genç bir saçlı bir kadındı. Kızıl saçları nedeniyle Thulien olduğu yüzlerce metre öteden anlaşılabilirdi.

Odadakilerin ilk tepkisi genel olarak normal seviyede bir şaşkınlıkken, kapıyı görebilmek için sandalyesiyle arkaya yaslanan Dominic neredeyse yere düşecekti. Dengesini kaybetmeden önce sandalyenin kolunu yakalayan Anton, abisinin suratında güzel bir kadınla karşılaşan bir adamın ifadesini değil, tanıdık ve büyük ihtimalle çekindiği birini görmüş olmanın verdiği dehşeti gördü.

Masanın çevresindekiler aralarında yada kendi kendilerine mırıldanırken Armand ve kadın masanın başındaki yerlerini aldılar. Şaşkın bakışların nedenini açıkça görebilen Armand sözlerine “Bu genç hanım, kaptanınız Skarla ve...” diye başladı.

Dominic gözlerini ve dişlerini sıkarak “Kahretsin!” diyebildi sadece. Bu sırada bir abisine bir de kaptana bakmakta olan Anton, Skarla adlı bu kadının dik dik Dominic’e baktığını gördü. Bir ara Dominic ve kadının göz göze geldiğini, kadının pek çok şekilde yorumlanacak bir şekilde abisine göz kırptığını da yakalamıştı. İki Samarren avcı, bir Thulien kaptan... Bu Dom kimlerle takılmıştı son yıllarda böyle. Ama konu buysa, babaları gerçekten Dominic’in bu tiplerle aynı çevrelerde takılmasını iyi karşılamazdı. Evlatlıktan reddedilmiş olsa da Dominic hala bir Sang-Argent’ti ve ailenin de korunması gereken bir onuru vardı.

Bu sırada babası konuşmaya devam etmişti. Zaten bildiği şeyleri söylüyordu büyük ihtimalle. Ancak babasının şu sözü dikkatini çekmişti ve kocaman açılmış gözlerle babasına bakmasına sebep olmuştu: “Bu yolculuğun başında yardımcım Viktor olacak ve kararları o verecek”.

Bu kadar da olamazdı! Bir sinirle ayağa kalktı ve ellerini masaya koyarak babasının yönünde eğildi. Masadaki herkes ona bakıyordu ama Anton’un açık ağzından tek kelime çıkmıyordu. Zaten ne diyecekti ki? “Bunu kabul etmiyorum baba!” mı diyecekti? Peh!

Bir dakikaya yakın bir süre babasına bu ifadeyle baktıktan sonra derin bir nefes vererek arkaya kayan sandalyesini çekip yerine oturmak için davrandı. “Hazır ayağa kalkmışken şu rotadan bahset bakalım evlat” dedi Armand ve Anton donup kaldı. Gözlerini kısarak babasına baktı ve “Elbette babacığım” diyerek önündeki parşöment ve haritaları açmaya başladı.

* * * * *

İki gün geçmiş ve fırtına durulmuştu. Bu iki gün boyunca Dominic’i hiç bir yerde görememişti Anton. “Yine bir yerlerde içiyordur” diye düşünmüştü ve pek kafasına takmamıştı ama Dominic ve bu adamlar arasındaki muhabbetin aslını öğrenmek için de yanıp tutuşuyordu.

Şato içinde geçen iki gün boyunca Harrun ve Yusuf’la bir kaç kere karşılaşmış, adamları biraz daha iyi tanımıştı. Görünüşe göre ikisi de Avcılar Loncasından geliyorlardı. Direkt söylemiyor olsalar da Anton, abisinin bu Loncayla bir şekilde bağlantılı olduğu sonucunu çıkartmıştı.

Duyduğu kadarıyla Avcılar paralı asker ve kelle avcılarında oluşan bir gruptu. Uygun ücretler karşılığında bireysel korumalık ve istenen kişi yada yaratıkların yakalanması gibi işlerle uğraşıyorlardı. Harrun’un anlattığı hikayeler de bunu destekler nitelikteydi. Yine de ikisi de iyi adamlara benziyordu, anlaşacaklardı herhalde.

Doktor adını taktığı yaşlıca adamla karşılaşamamıştı ama vücudundan yayılan o garip kokuyu koridorlarda hep duyuyordu. Nereden hatırlıyordu bu kokuyu?

Dev Rukk’un adı öğrenememişti. Ancak onu ve Viktor’u bir kaç defa bahçede konuşurlarken bir kere de dövüş antremanı yaparlarken görmüştü. Rukk diğer hiç kimseyle tek kelime bile konuşmuyorken Viktor’la neden bu kadar yakındı anlayamamıştı. Belki de Viktor onu önceden tanıyordu. Bütün adamları Viktor seçmişti sonuçta, olmayacak şey değildi.

Avcıların köpeği ise Anton’a takmış gibiydi. Ne zaman odasından ayrılsa, köpek de bir şekilde onu bulup peşine takılıyordu. Köpekten rahatsız olduğundan falan değildi ama...

Ve Feyr. Viktor’dan kadının isminin “Mavi” olduğunu öğrenmişti. Feyrlerin böyle olmadık isimleri olduğunu biliyordu ama, Mavi? Buz mavisi gözleri yüzünden takılmış bir lakaptır diye kestirip atmıştı sonunda. Ancak adı dışında bu kadında garip başka bir şeyler vardı. Etrafta sürekli çalım atarak gezinmesinin altında başka bir neden olduğunu hissediyordu Anton ve nedense bu kafasından atamadığı bir vızıltı gibi onu rahatsız ediyordu.

Ancak Anton’un asıl kafasını meşgul eden şey (yolculuğun detayları haricinde elbette), şu kaptan Skarla veya kısaca Skar’dı. Kendisiyle konuşmaktan çekindiği için Harrun ve Yusuf’a sormuştu kadını ama onlar da tanımıyorlardı. Görünüşe göre Dom, Skarla’dan onlara da hiç bahsetmemişti. Tayfadan yakaladığı bir kaç kişiden öğrendiği kadarıyla Skarla genç ve yetenekli bir denizciydi. Son altı yada yedi yıldır denizlerde olmasına rağmen pek çok erkeğin saygısını, o yada bu şekilde, kazanmayı başarmıştı. Anton’un gördüğü kadarıyla aşağı yukarı Dominic’le aynı yaştaydı ve Dominic gibi “gevşek” tavırlı birine benziyordu. Toplantının yapıldığı akşam ki yemekte nasıl içki içtiğini de görmüştü. Bütün bunlar kafasının içinde tek bir sonuca çıkıyordu ve eğer haklıysa yolculuk gerçekten hareketli geçecekti.

Toplantıdan sonra ki üçüncü günün sabahı hizmetçiler tarafından uyandırılken aklında bu düşünceler vardı Anton’un. Önceki gün fırtınanın ters bir yönde ilerlemeye başladığını ve bu sabah havanın uygun olacağını hesaplamışlardı. Bu hizmetçinin kendisini bu kadar şiddetli dürtmesi ancak bu anlama geliyor olabilirdi zaten.

Üzerine önceden hazırladığı lacivert takımını ve cübbesini giyerek, günlerdir hazır duran çantalarını da alarak odasından çıktı. Koridorun ilerisinde Dominic de odasından yeni çıkıyordu. Ufak bir bohça dışında yanına birşey almış gibi gözükmüyordu. Kardeşini görünce esneyerek yanına doğru yürümeye başladı.

Uykulu gözlerle birbirlerine bir süre sessizce baktıktan sonra, günaydın dilemek yerine karşılıklı esneyerek selamlaştılar. Kardeşinin çantalarından bir kaçını alan Dominic, Anton’la birlikte şatonun bahçesine doğru yöneldi.

Şato uçurumun kenarına kurulmuş olduğundan yakınlardaki tek iskele, sahilde kurulu olan ufak kasabadaydı. Adamların hepsi bahçede hazır, atlara binmiş bekliyorlardı. Dominic bahçeye çıkıp kendini göstermeden önce detaylı bir şekilde etrafı taradı ancak aradığı kim yada neyse görememişti herhalde ki dışarı çıkmakta bir sakınca görmedi. Anton bahçede olmayan tek kişinin Skarla olduğunu fark etmesi çok uzun sürmemişti zaten.

Sahile giden yolda yan yana at binen Anton ve Dominic hala tek kelime konuşmamışlardı. Dominic daha çok düşüncelere daldığı için, Anton ise heyecandan yerinden duramayıp sürekli çantalarını karıştırdığı için.

Çantalarında karıştıracak şeyleri tüketince Anton’un çenesi açıldı bir anda. Abisinin düşüncelerini dağıtarak heyecanlı bir sesle “Eee..? Ne düşünüyorsun? Sence yolda başımıza bir şey gelir mi? Korsanlar falan saldırırsa başa çıkabilir miyiz sence? Ya bir fırtına çıkar da rotamızdan şaşarsak?” diyerek ardı ardına onlarca soru daha sormaya başladı.

Kardeşinin bu soru yağmuruna yarı düşünceli, yarı ciddi bir tonla “Bu kadar düşünmüyorum” dedi kısaca. Anton’un nedenini soracağını bildiği için bir kaç saniye sonra devamını getirdi.

“Hayatın boyunca pek hareket görmedin ve bir macera çıkması için can atıyorsun biliyorum” diye başladı. “İnan bana o maceranın içine girince eski sakin yaşamına dönmek için çırpınacaksın.”

“O kadarını tahmin edebiliyorum zaten Dom” dedi Anton “Yine de biraz tehlikeden, kahramanlıktan zarar çıkmaz değil mi?”

Acı acı gülümseyerek başını salladı Dominic. “Hala çocuk gibisin be oğlum” dedi. “Herkes kahraman olmak ister ama üzerine düşen o sorumluluk altında ezilmeye başladığında tehlikeye de maceraya da kahramanlığa da lanet ediyor insan. Aileni ve arkadaşlarını bir daha görememek uğruna, huzurlu bir yaşamdan mahrum kalmak uğruna, hayatını saçma sapan amaçlar için ziyan etmek kahramanlıksa kalsın, ben almayayım.”

Abisinin bunları söylerken bazı kötü anılarının canlandığını hissetti. Evden ayrıldığından beri etrafta sürtmenin dışında başka bir şeyler de yapmıştı abisi, bundan emindi artık. Az önceki heyecanı yatışmıştı biraz böyle düşününce.

On dakika kadar daha at üzerinde gittikten sonra kasabaya vardılar. Anton ve Dominic önlerine bakmaktan çok, az önce aralarında konuşmanın sebep olduğu düşüncelerle dolmuşlardı. Sahile varıp da ufak kafileleri durunca kafalarını kaldırdılar. İkisi de şaşkınlık içindeydiler; iskelede demirli olan bekledikleri gibi bir gemi değildi pek.

“Kalyon mu?!” dedi Dominic. Bu soru ortaya söylenmekten öte kafilenin önünde giden olan Viktor’a yöneltilmişti. “Savaşa mı gidiyoruz acaba?”

Anton da aynı şekilde önünde duran 3 tane devasas yelkeni olan bu kocaman gemiye bakakalmıştı. Hemen yanında attan inen Mavi’nin “En azından herkese yetecek kadar yer olacak” dediğini duydu. Kadın sırtında bohçasıyla gemiye doğru ilerlerken arkasından kuşkulu bir ifadeyle onu izledi. Ata bağlı çantalarını çözerken geminin güvertesine yaslanmış o yöne bakan Skarla’yı, en azından kızıl saçlarını, fark etti. Bunu Dominic de fark etmişti görünüşe göre ki, homurdanarak gemiye doğru isteksiz adımlar atıyordu.

Sonunda, Yusuf ve Harrun’un da yardımlarıyla, çantalarının tamamını iskeleye getirmişti. Tayfalara çantaları dikkatli taşımalarını söylüyordu ama aklına bir anda, onları gemide uğurlamaya gelmeyen babası geldi. Kafasında hala babasıyla konuşmak istediği konular vardı ama artık çok geçti. Günlerdir şatoda konuşma fırsatları varken hep babasından kaçmayı seçmişti. Az önce Dominic’in macera ve kahramanlık hakkında söyledikleri şimdi gerçek etkilerini gösteriyordu görünüşe göre.

Kasaba binalarının çatılarının ardından görünen tepedeki şatoya doğru baktı Anton ve hüzünlü bir nefes vererek güverteye ilk adımını attı.